
Bilmediğim dillerin suçlusuyum ben. Terk ettiğim şehirlerin kaçağı. Gördüğüm tüm çiçeklerin talancısı. Kaldırımların arşınlayıcı avaresiyim.
Kusurum boyumu aşalı kaç yıl oldu sahi? Külünü elediğim yangınları mağdurlarla birlikte savurduğum mevsimlerin üzerinden ne kadar zaman geçti? Asi bir nehir boyunda yeşerdiğim, deli nehirlerin kenarlarına otağımı kurduğumdan bu yana ,kaç hazana rast geldim? Bahçeler bağlar yeşertip, gülleri solduralı ne kadar hüzün birikti meyvelerin arasında? Kağıtlara sığdırmaya çalıştığım sevdamı, tellerle birlikte üzerine titrediğim aşkımı dilimle karaladığımdan beri kaç ay geçti? Kaç gece yolumu kaybedip çoban yıldızına sardım aklımı?
Beni terk eyleyen diyarıma dönmekten umudumu kesmeye başlayalı asırlar geçmiş sanki. Nereye ait olduğumu bilmeden, sırf ne zaman öleceğimi bilmemenin telaşıyla yaşarken, tamamlamam gereken ödevlerin telaşı sardı beni.
Ne çok yabancıyım kendime Hicran bir bilsen. Köyünden gece yarılarından birinden ansızın çalınıp sonra da metropollün gürültüsüne bırakılmış bir kuzunun şaşkınlığıyla dolanıyorum sokaklarda. Ürkek, suskun ve huzursuz.
Mecalim yok inan Hicran. ‘’İnsan kendi memleketinden uzaklaşıp birtakım sergüzeştler geçirmek ister.’’ demiş Refik Halit Karay. Sergüzeşt’in* Dilberi gibi çalınmışım diyorum kendime ben.
Bu satırları sana yer altından yazıyorum. Sonbahardan, iğne yapraklı değil geniş sineli ağaçların yapraklarını dökmeye başladığı en güzel zamanlardan. Açık bir yara gibi duran gökyüzünün kızıla kestiğinde içimi ürperttiği sensiz zamanlardan. Bu zamanların tanımı sadece sensizlik. Her kelimenin karşılık düştüğü ve hiçbirinin paragraflarda iğreti durmadığı sensizlik. Korsan gemilerin aç gözlülükle gezdiği açık denizlerden birinde ,rotasını şaşırmış bir kaptanın pusulasız kalışı gibi ürkütücü bu duygu. Nereye koysan anlaşılmaz. Yaşanılası da yoktur ha! Sadece katlanılasıdır.
Hicran’ım bu nasıl yaşamaktır?. Bu nasıl bir anlamsızlıktır koca dünyanın tüm nimetleri önümüze serilmişken? Cennetten kovulmaya bahane yapılasıdır bu duygu. Hududu yok, haddi yoktur bunun. Bu duygu söyleyemediğimdir. Bildiğindir…
Yazdı ve desenli zarfın ağzını ıslatarak itinayla kapatıp yapıştırdı. Her pusuladan sonra yaptığı gibi kırmızı balmumunu eriterek zarfın üzerine damlattı. Sonra da yüzüğünün kapağını açarak, gizlediği mühürünü balmumunu üzerine bastırdı. Son zarfı da mühürlemişti. Erittiği balmumu, içinde eritip satırlara döküleni bir kez daha koruyacaktı. Ne zamana kadar sürecekti bu sırrı saklama serüveni? Bunu o da bilmiyordu. Bildiği bir şey vardı. Bu pusulalar sahibine ulaşıncaya kadar kendisinden yine kendisine bir emanetti. İçinde de tutabilirdi fakat buluşmak mukadderattan değilse, bu kıymetin, en azından kendisi için kıymetli olanların, toprakla üzeri örtülü olmasını istemiyordu.
Derin bir nefes aldı. Gözlerini kısarak birkaç karış uzunluğundaki küçük cam pencereye dikti. Sonbahar da terk ediyordu onu. O ise değil güneşe, ışığa bile küsmek üzereydi.
*Bkz. Samipaşazade Sezai romanı Sergüzeşt