OKUL TIRAŞI

Geçmiş insanın tecrübe ederek kazandığı yetenek ve arızalarının toplamı olarak sırtına yüklenen bir yüktür. Bunun için, ona,” geçmişimi arkada bıraktım” diyerek ona sırtını döndüğünü düşünmek hiç gerçekçi değil. Bilakis, yaşam boyu geride bırakılan her an insan için bir tecrübe yükü olarak beraberinde gelir. Önüne çıkan her zorluğu ya da tercihi geçmişe bakarak yapar insan. Bu olayların çözümlenmesinde ihtiyaç duyulan alet edevatlar sırtına yüklenen torbanın içerisinde mevcuttur.

Yaş aldıkça, kar olarak saydığım tek şey kendimde olan arızaları tespit etme potansiyelimin arttığını fark etmem oldu. Ne tür arızlar taşıdığımı görmek için içime ve dışıma bakabildiğimi gördüm. Kendi içime bir ayna tutup bakabiliyorum sanırım. Buna bir yanılsama olabileceği şüphesiyle bakmaktan gitgide de uzaklaşıyorum. Çünkü tecrübelerimin kaynağına da indiğimde olayları çözümlediğim torbanın içinde koca koca ağırlıklar ve sırtıma dokundukça kesen, parçalayan demir parçaları gördüm.

Bu yazıyı yazma nedenimde sırtımdaki yaraların neden kaynaklandığına dair anılarımı canlandıran bir film oldu. “Okul Tıraşı” filmi, bizim jenerasyondan olup yatılı okullarda büyüyenlerin en büyük travmalarını kısmi olarak işleyen bir film olarak, hepimizin boğazına bir yumru gibi oturmuştur sanırım. Filmin teknik anlamda çekim yönteminin kritiğini yapma noktasında bir iddiam yok bu yazıyı yazarken fakat bende uyanan duyguların bazılarının nedeninin salt senaryo ve oyunculuk olmadığına dair fikrimi bir tahlile dayandırmak zorunluluğu hissettim evvela. Kamera açısı o kadar iyi ayarlanmış ki, filmde ki çocuk yürürken, o soğuk ve beton zeminde kendim yürüyorum zannettim. Düşünebiliyor musunuz, aradan geçen onlarca yıl sonra tekrar aynı koridorda yürüdüğünüzü. Kamera ilerlediği zaman etrafa bakan gözlerin bana ait olduğunu hissettim birçok sahnede. Bu duygu anlatılamaz. Öte yandan çekilen yer itibariyle bir yatılı okul olması, mekânın ruhunu yansıtması açısından iyi bir tercih olmuş. Oyuncuklarda iyi. Detaylar iyi işlenmiş. Çocukların küfürlerinden, öğretmenlerin yaklaşımlarına kadar çoğu şey olayın ruhuna uygun. Banyo, çamaşırhane, kalorifer dairesi, yemekhane, tabldot ve o yarım ekmek… Eksiği var fazlası yok. Fakat iması yapılıp üzeri kapatılan şeyler var ki, işte onlar gerçek ve kimse oraya dokunamıyor.

 Filmle ilgili spoiler vermek istemiyorum fakat işlenen olayların eksiği çok. Fazlası desen yok. Yüzlerce çocuğun olduğu bir yerde revire bakan bir hemşire yok. Çocukların davranışlarını, mahremiyetlerini, ilişkilerini, sağlığını koruyacak kimse yok. Yüzlerce çocuğa birkaç öğretmen. Basit bir müdahaleyi yapacak hiç kimsenin olmadığı bir ortama yüzlerce çocuğu doldurmak neresinden baksan insana verilmeyen değeri gösteriyor. İnsanı çok acıtıyor gerçekten. Yani beni acıttı desem yalan olmaz.

İlk etapta izlerken sadece bir film diyordum .”Ne kadar etkileyebilir ki beni?”. Fakat bu iki gündür sürekli düşünüyorum. Olan, olmayan, kanıksanan, isyan edilen, dişlerini sıkmaktan çene kemiklerini ağrıtan o kadar çok şey olmuş ki, ben orada yaşarken. Unutmak için halının altına süpürmüşüm. Sonra arızlar ortaya çıktığında anlamaya başladım bunların temel kaynağının orası olduğunu.

Hayatımın o kısmını yaşamamış olsam, sırtımdaki o kesikler olmasa, ne güzel bir insan olurmuşum ben. Çünkü yaşarken duygusal yanlarım hep ağır bastı. Hep hassas ve çabuk incinen bir insan oldum. Çok incitildiğimden dolayı kırılgan biri olduğum için mi, yoksa tabiatım mı bir şey diyemiyorum. Ama ruhumdaki camlardan başka bir âlemi seyrettiğim duygusu hep vardı içimde. Demem o ki ,Kul Nesimi’nin şu satırları anlatmak istediğimi en iyi şekilde ifade ediyor.

Gâh çıkarım gökyüzüne

Seyrederim âlemi

Gâh inerim yeryüzüne

Seyreder âlem beni

Rüyalarım tertemizdi ve çoğu zaman müjdeli. Sonra bir gün camlar kirlendi. Hiçbir şey göremez hale geldiğim zamanlar çoğaldı. Yayını gidip gelen tüplü televizyonlar gibi karıncalı bir ekrana bakıp durdum. Nedenini şimdi anlıyorum. O yıllarda kirli sularla doldurulmuş kova hep yanımdaymış ve camlara dökülüp duruyormuş. En acısı da insan hiç kimseye anlatamıyor. Bir türlü kapanmıyor o yaralar. O boşluk bir türlü dolmuyor. Anlatsan bile dolmayacak belki ama anlatılır yanları da yok. Hangi birini anlatacaksın?

Politik yanını nazara vermek kimsenin işine yaramayacağı için, (çünkü çoğu insan oralarda yaşamamış olmasına rağmen yapılan tek taraflı propaganda ile bu anlamda bir sabit fikre inanıyor), o kısmı atlayacağım. Ama şu dünya denen yaşadığımız yerde, en büyük cehennemi yaşayanlar çocuklar oluyor. Büyük acılar yaşayanlarımız vardır fakat çocukların yaşadığı en ufak şeylerin bile içinde bulundukları bedene göre çok daha ağır olduğunu kimse bilemiyor maalesef.

Yazıyı tamamlamak üzereyken yönetmenin kısa bir söyleşisini de izleyince, travmalarımızın ne kadar benzer olduğunu gördüm. Korku, baskı, endişe, paranoya, sinik bastırılmış karakterler, otoriteye itaat, üzerinde tepinilen çocukluğumuz… Hepsi iç içe geçmiş. Sonrada bunlardan kaynaklı olarak ilerleyen yaşlarda üzerine yeni kişiliklerimizin inşa edildiği kırık fay hatlarımız ve yıkık kişililerimizle ilkişkilerimiz. Bana kalırsa yönetmen de ne yaptığının tam olarak bilincine varamamış.Nasıl bir yaraya dokunduğunun fakrında değil belki de. O dönemi yaşayanların reaksiyonlarına çok değinmemiş. Genel itibariyle filmin aldığı tepkilerden ve bunun dışarıdan bakınca “Dsitopik” bir yapım olduğunu düşünenlerin olduğuna değinmiş. Oysa gerçekliğin bir kısmı bu sadece.  Filmi yaparken tüm sanatçılar gibi bir sanat kaygısı taşımıştır filmde, bundan kaynaklı olarak da bazı yerleri atlamıştır. Fakat ne yaşadığımı en iyi ben bilirim. Sonuç olarak bizim gerçeğimiz şuydu, bununla yüzleşiyorduk hergün; “Kimsenin umurunda değiliz. Köpek kadar değerimiz yok bu dünyada.  Öğretmen için bir iş, devlet için ıslah edilmesi gereken bir güruhuz.” Bu yüzden gerçeğe az biraz uyanmış bazı arkadaşlarla “Pansiyon Yetimleri” derdik birbirimize. Bu yetimlik kelimesi, anne babası olup da sahipsizlik duygusu daha çok katlananların anlayabileceği bir kelime. Bir damla şefkat ve sevgiye muhtaç çocukluğu anlatmaya hangi kelimeler yeter. Bende o kelimelerden yok. Üzgünüm. Bir gün, anlatılmamış olan, geride kalan her şeyi konuşacağız.  Belki de gerek kalmayacak . Çünkü çabuk tükeniyor insan. Yani ben.

Defterler hep açık, hesaplar ortada duruyor. Bakiyeler üzerine konuşmak anlamsız, zira anaparaya gelen faizler tavan yapmış.

Müzik : Babetna – Gelmişken Bahar

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s