İstanbul’da Üsküdar’lı bir kız var
Bir tramvay durağında evleri.(Y.B.B)
Evvel zamanlarda da çiçekler ve şiirler vardı. İkisini de severdim. Şiirlerin aşk kokanlarını hele. Ahengi nasılda okşardı yüreğimi, hala hatırlarım. O ahengi, yıllar önce babama karşı platonik aşk besleyen genç bir öğretmenin mektuplarında görmüştüm. Sayfalar dolusu yazılar. Kalbe dokunan kelimeler ve ah! keşke şimdi elimde olsaydılar diyeceğim o hisli yazılar. Aşkını gizlemeye çalışan ancak kelimelerden damla damla akan tutulmuşluk. Yazık! o mektupların sahibi de hala yalnız. Bende ki şiirin mayası da zannedersem o mektuplar.
Ben de işte babama ait en güzel dolma kalemlerle tenha köşelerde böyle böyle yazmaya başladım. Nasılsa kimseciklerin okumayacağı bir yerlerde gizliydi yazdıklarım. Kapağını sadece benim açtığım defterlerde, katlayıp temize çekeceğim zamana kadar sakladığım kapaklı dosyalarda yada. Duygu yüklü fakat hayatın gerçekleri karşısında da, bir o kadar realist, masum bir çocuğun yazıları.
Yazan birinin bitkiyle tabiatla arasında bir iyi bir tanışıklık sayılabilecek bir bağ vardır iyi bilirim. Benimse o bağım, ismen tanışıklık anlamında pek iyi sayılmazdı. Daha çok ağaca ve meyveye dair bilgim vardır. Mesela öyle çok fazla çiçek ismi bilmezdim ben. Bildiklerim, papatya, gül lale, karanfil, zambak ve bizim oraların en narin ve nazenin çiçeği olan gelincik gibi herkesin bildiği çiçeklerdi. Hangi çiçeğin rengi neyi sembolize eder. Sarı, kırmızı, turuncu…Her birinin bir aşık veya maşuk için ayrı ayrı hangi anlamları olduğunu da bilmezdim. Belki bir roman yada hikayede tasvir edilen bahçeyi hayal ettiysem bir vakit, o zaman kendi zihin dünyamda o bahçeyi rengarenk çiçeklerle donatırdım. Çiçeklerin güzelliklerinin dışında, kimilerince yüklenen anlamlarının benim için ne kadar kalıcılığı olabilirdi ki? Yıllarca, çiçek verecek ve çiçek üzerine sohbet edecek kimsem de olmamıştı ki zaten. O yüzden çok da üzerinde durduğum bir konu değildi çiçek konusu. Sonuçta renkli renkli bitkilerdi ve sevilmeleri yeterliydi.
Yine de lise yılarımdan kalma, çiçek renkleriyle ilgili anımsadığım birkaç şey vardı. Kızlar kendi aralarında konuşurlarken bir keresinde kulak misafiri olmuş ve sonrada meselenin özüyle ilgili onlardan, toy aklımla birkaç öğüt almıştım. Mesela bir kıza kesinlikle sarı çiçek verilmemeliymiş. Çünkü sarıçiçek ayrılığın resmiymiş. Beyaz çiçek, saflığı ve temizliği simgelediği için, gelinlik kızlara verilebilirmiş. Gelinlikle beraber, gelinin elinde tuttuğu bir demet yapma beyaz çiçek de zaten onun ne kadar temiz olduğunun simgesiymiş. Kırmızı çiçek ise, tutku derecesin de bir aşkla sevmenin ifadesiymiş ki, âşık olunan bir kıza verildiğinde geri çevrilemeyesiymiş. Aklımda, sarı ve kırmızının uyumunun yanında mana olarak ne kadar zor bir yükün altında oldukları kalmıştı.
Ancak yine de sarı çiçeğe haksızlık yapıldığını düşünüyordum. Arkadaşlarla bu konuda polemiğe bile girmiştim;
-Madem öyle, papatyalarda da hem sarı hem beyaz renk var, o zaman ne olacak? Hem papatya şiirlere konu olmuş bir aşk tacıdır. Erkekler sevdiklerinin başına tacı papatyadan yaparlar. Buna ne buyrulur?
İşin erbapları bile o zamanlar benimle çok fazla laf dalaşına girmemek için, meseleyi fazlaca da uzatma gereği duymamışlar demek ki, o faslı bu yüzden pek hatırlamıyorum.
Bir de Yunus Emre’nin sordum sarıçiçeğe ilahisi var ki annesi ve babasının olup olmadığının sorulduğu orda ki temayla da birleşince, göreni hüzne gark eder bir renk çiçek olup çıkıverir karşına. Velhasıl, Daha sonraları sarıçiçeği, o yıllarda edindiğim ayrılık nişanesi hüznü ve sarı çiçeğin evlere şenlik hikâyesiyle birlikte geride bıraktım.
Aradan uzuuun yıllar geçti. Gençliğimin en deli zamanlarını geçirdim. Kalan zamanlarını da bir kalp yangını yaşamadan, tehlikeli sulara, dalmadan geçerim sanıyordum. Korkuyordum çünkü ve korkumda da nice sonraları haklı çıktım. Başıma gelen en güzel şey en canımı yakan şeye dönüştü…
Derken 30’lu yaşlarıma yavaş yavaş gelmiş, şakaklarım beyazlarıyla birlikte bana Cahit Sıtkı şiirleri söyletmeye başlamıştı. Ümit yaşarın şiirlerini ise 2 yıl sonra söyleyecektim.
Aradan geçen yıllar içinde, ben, âşık olunacak yaşlarımı geçtiğimi sanırken, hiç olmayacak bir yerde, hiç olmayacak şekilde bir tutkunun esiri oluverdiğimin farkına, bir kutu içerisinde ki küçük keseciklerde bulunan, kurutulmuş lavanta çiçeğinin kokusunu ciğerlerime çektiğimde anladım. Aman Allah’ım nasıl bir kokuydu o. Nasıl bir rayiha, ne büyüleyici bir esinti. Kıyamet alameti,kızıla boyanmış havadan, bahar kokusunu almış gibi içimi ferahlatan bir koku. Bir kızılcık şerbeti ile bir trileçe tatlısı birlikteliğinden kalma, deli bir heyecandı. Bosna’dan İstanbul’a, Osmanlı Çarşısından Mısır Çarşısına, baharat kokularıyla etrafına, tarihin kadim çarşıları olduğu havasını katan aktarlardan, hastane köşelerindeki ilaç kokularına varana dek, her an benimleydi. Böylesi bir heyecan ve sıcaklığın atmosferinde yayılmak nasıl bir tutku, anlatılmaz ancak yaşanır.
Bir sesin sıcaklığından sonra, kokununda büyüleyici dünyasına daldın mı, aşkın sureti sende işte o zaman belirmeye başlar. Bir de üzerin göz bebeklerine, gül’e benzer narin yapraklarıyla bir çehre düştü mü, bilirsin ki, bu aşk yangını artık sönmeyecek ve harı gönül bahçeni yakacaktır. Seni senden satın alır ve bir başkası yapar. Daha sakin, daha naif. İnadından vazgeçmiş daha anlayışlı biri oluverirsin. İşte bunları yaşamak bana kısmetmiş.
Böyle başlayan bir hikâyem var işte. Bu hikâyenin sonunu görenlerde, bir hayal kırıklığı meydana getireceğini biliyorum ama, onu da bir gün yazacağım. Zira dünyanın en güzel kokusu olan lavanta keseciklerinin hikâyesi de bilinmeli. Çünkü o hikâye cennetime giren kapının da hikayesi aynı zamanda.
…..TÜM YAŞANMIŞLIKLARDAN SONRA.
Bir gün hiç beklemediğim bir yerden, ansızın bir telefon geldi. Arayan arkadaşımdı. Yurt dışında şartları hazırlamış, çıkmam için beklediğini, ruhumu özgürlüğüne kavuşturacağını söylüyordu. Hazırlık yapmaya başladım ve ayrılmadan önce ne var ne yok toparladım. Yanıma alacağım pek bir şey yoktu. Götüreceğim şeyler; kalemlerim, Sazım birkaç parça elbise ve çamaşırdan ibaretti. Kalanları sonradan aldıracaktım. Ancak çok sevdiğim pembe çiçekli fincanımı yanıma alamamam üzücüydü. Sonradan gelecek olsa bile, zor zamanlarımda yanımdan ayırmadığımdan dolayı bir sorumluluk hissediyordum. Sadece arkamda onu bırakmış olmak değildi üzüntüm ya neyse. Daha büyük bir çanta ayarlasaydım hâlbuki, tüm eşyalarını tastamam götürebilirdim. Neyse ki emin ellerdeydi kalan eşyalarım.
Cumartesi günü tüm hazırlıklarımı tamamlayıp yola çıktım. Mart ayının 4’üydü yola çıktığımda. İlk gideceğim şehirde bir gün kalacak ertesi günde ulaşmam gereken yere varacaktım. O sınırı aşarken geriye doğru baktım. Bir gün geriye dönebilecek miyim? Yoksa o ardımda bıraktım gözlere hasret bir ömür sancısı mı bundan sonrası? Bilmiyorum.
Tüm cesaretimi toplayıp yola koyulmuşken Gerisin geriye dönmek için,yola çıkaran cesaretin kırılması gerek. Yada kaybetmek eldekilerin tümünü veya önemli bir kısmını. Tabiatı gereği insan kaybetmeyi sevmez. Kaybedecekse de, arzusu ile kendisi vermek ister elinde olanı. Dönememek cesarette ister. Yolda karşılaşacağın sürprizlerin, korkunun cenderesinde sıkışmışken, üstesinden gelemezsin cesaretin yoksa.
Birde unutmaya çalışmak vardır öte yandan cesaretle savaşmaya başladığında. Kaybedeceğini çok umursamazsın savaşırken. Unutmayı ölmekle aramak diyorlar buna. Nasıl bir bağlılıksa o. Ölmeden kopamıyorsun gerçekliğinden. Cennet ile yaşamaya birazda bu yüzden ihtiyaç hissedersin. Çünkü arzularının tek gerçekleşme noktasıdır orası. Mümkün olmayanı mümkün kılar. Yaşanılası şeyler için mekan olur ora.
Mesafelerin anlamını yitirdiği yerdir cennet arzusunun başladığı nokta. Her cennet arzusu biraz daha kamçılar cesaretini. Ölmekte aradığın unutmayı, vuslatı kararttığın gözlerinle, beynindeki arzular ile yaşarsın. Yalan yada doğru arasında durduğunda, aklın ile kalbinin sınandığı sıfır noktasında durup düşününce, ya onsuz ise bana ayrılan cennetler. İşte kıyametim o zaman kopar herhalde. Sırça köşkler içinde yalnızların cennetinde yaşamak.
Bir sıfır noktasında, sınır noktasında, ince bir dere kenarında cesaretimle aşkım arasında kaldığım hengamda aklıma gelenler ve gidenlerden sıyrılmak kolay olmadı. Planladığım gece yarısı ulaşacağım yere vardım. O geceyi dinlenerek geçirdim. Sonra ki günlerde arkadaşımla beraber yapacağım işin planlarını masaya yatırdık. Günler ağır ağır geçerken lavanta kokusunun ağırlığı kalbimi yormaya başlamıştı. Özlem buram buram sarmış. Hasret kaldığım sesi duymadan zaman geçmeye devam ediyordu. Keşkelerin faydası yoktu artık. Yolculuk devam ediyordu. Bir menzilden öbürüne.
Olanca yavaşlığıyla akan zaman içinde, tutunma çabam devam ediyordu. Bir gün sabah erkenden hem arkadaşım hem de aile dostumuz olan Mustafa abinin ofisine gittim. Gittiğimde, kendisi ofiste yoktu. Benim de pek bir işim olmadığından dolayı onun gelmesini bekledim. Zaten ne zaman gitsem onu beklemem gerekirdi. Yoğun adamdı zira. İşi gücü başından aşkındı. Ofiste biraz oyalandıktan sonra, Mustafa abi elinde bir demet çiçekle çıkageldi. Elinde gördüğüm çiçeğin adını bilmiyordum. Nerden ve ne amaçla aldığını da Ama yüzündeki ifade görülmeye değerdi. Çok mutlu bir yüz ifadesi vardı. O çoğu zaman böyle güleç yüzlüydü ama, bu defa farklıydı. Daha bir neşeli ve elindekilere odaklanmamızı belli edecek bir edayla duruyordu. Bu saatte evden gelmediği gibi evine de gidecek saat değildi. Öyle olsaydı, kendisi ve eşinin ilişkileriyle ilgili olabileceğine dair bir yorum yapma imkanımız olabilirdi. Oysa şuan böyle bir durum söz konusu değildi. Belli ki o çiçekleri ya çok sevdiği birisinden almış yada çiçeğin kendi özelliğinden dolayı bu ifadeyi takınmıştı.
Sonra durdu ve yüzüme baktı içimdeki yarayı biliyormuş gibi.
-Bu çiçeği çok severim. Adını biliyor musun? Nergis çiçeği.
-Bilmiyorum abi dedim. Zaten benim öyle çiçeklerle aram yoktur. Bildiğim birkaç çiçek var onlarında öyle aman aman bir özelliği yada bilinmezliği yoktur. Lale gül, karanfil gibi çiçekler işte.
-Aşık adamsın nasıl bilmezsin?
-Aşktan geçmek üzereyiz abi. Yaşta kemale erdi zaten. Huzur lazım bu saatten sonra. Kıyak kafa bizi yorar.
-Öyle mi dersin?
-Öyle be abi.
-Hiç çiçek verenin de mi yok?
İşte o an kalbimin yerinde bir taş olsa ikiye ayrılırdı herhalde. Öyle bir dokundu ki acısı beynime sızdı sanki. Damar damar hisseder hale geldim o an yaşadıklarımı.
-Yok abi. Yalnızlığın kokusudur bana gelen hep. Onu bastıracak bir çiçek yaklaşmadı daha bana.
-Ben öyle sanmıyordum. Yollara düştüğünde yanına aldığı ilk şeyi sazı olan birinden beklenmeyecek sözler.
-Abi birde ben sarı çiçekleri pek sevmem.
-Neden?
-Ayrılık kokarlar.Ayrılığın rengini yansıtırlar aşık gözlere.
-Bilmiyordum bunu bak.
-Madem hoşuna gitti çiçekler, hemen suya koyda solmasınlar.
O gün o muhabbetin öznesi olmak nasıl bir girdabın içerisinde olduğumu anlatıyordu sanki. Yalnızlığın kokusunu bastıran o çiçeğin taşıdığı ezel hatırasından dolayı ismini söyleyesim gelmedi. Lavanta çiçeğinin hasret kokan türküsü kafamda dönüp duruyor çünkü. Nakaratı, dilini kesen bir şarkı düşün, aynen öyle işte. Mayası kavuşmak ama meyvesi hasret olan bir şerbetin tadına bakmak gibi o koku.
Bir Ayrılık şarkısının çalmaya başladığını nasıl anlarsın bilir misin? Bilemezsin tabiki. Notalar ayrılığa yada vuslata göre dizilmezler. Ama ayrılığın renginin sarı olduğunu bilirim. Hiç değilse betin benzin sararır.Bu da bir işaret taşıydı sanki. “Burası işte dönemeyecek olanların, gurbeti mesken yapanların diyarının sınırıdır.” diyordu sanki. .
Oradan ayrıldım ve yürümeye başladım. Öyle kırgın, öylesine yalnızdım ki. Aylardır tuttuğum gözlerim bile beni yarı yolda bıraktı. Damla damla, sicim sicim saçılmaya başladım uluorta. Biriktirdiğim ümitlerim, özlemlerim ayrılıyordu benden birer birer. Yağmur yağdıkça da çoğalıyordu özlem halkaları. Bir noktadan başlıyor, sonra daire daire açılıyordu. Orta yerde kalansa yalnızlığımdı. Ağlamaktan başka hiç bir şey yapamıyordum
O gün, o an, nergis çiçeğini, o sarı renkli yabani çiçeği görür görmez, bir şeyin koptuğunu anladım. Sonra neler oluyor demeye kalmadan, senden koptum. Bu kocaman, kanla yıkanmış, kurak coğrafyada gördüğüm tek çiçeğin, bir ayrılık çiçeği olarak bahtıma düştüğünü görünce talihsizliğime küstüm. Hayatıma gücendim.
Biliyordum seni bana getiren ve seni benden alan iki çiçek şiirlerime de konu olacaktı. Düşlerimde gördüğüm çiçek tarlalarında olacaktın sen. Hiçbir zaman, yeşillerini, çiçeklerini seveceğini göreceğim bir ülkede değil, iç ülkemde bir yerlerde. Mora çalan lavanta tarlalarında olacaktın. Ülkemdin benim. Gittiğim her yerde benimle birlikte var olacaktın. Bana öğrettiğin dilin, ülkemin kültürü o dilin hangi kelimesini tutsam elimde sesin, hangi kelimesine dokunsam, kalbimde titreyişin. Sense her anı benimle geçen bir fikrin doktoru. Bu hastalık ne zaman deva bulur bilsem keşke. Ben iyi olmam, iflah da olmam artık, yok çünkü bende kelimelerin.