Aydan (1)

Havanın sert, insanın sert, hayatın büyük oranda dert olduğu bir coğrafya da yaşamanın zorluğunu en çok çekenlerin hemcinsleri olduğunu öğrenmesi için zaman olanca hızıyla akıp gitti. Bir gün gerçeğe uyandığında üzüntüsü kat be kat arttı. Ne yazık ki bunu anladığında vakitte çok geçti. Hikâyesi kader kurbanı denilen insanların hikayesine benzerdi ancak onun diğerlerinden bir farkı vardı. O gerçekten masumdu.

 Güzelliği ile gözlere gelebilecek kadar düzgün yüz hatlarına sahipti. Annesi gibi uzun boyluydu. Keder yüzüne değmemiş, aksine cin gibi bir kızdı. Köyün koca koyun sürüsüne tek başına Çobanlık yapan babası, kasvetli bir sonbahar gecesi dolunayı gördüğü anlarda kızının doğum haberini aldığı için, adını Aydan koymuştu. İlk çocuğu ilk göz ağrısıydı. Bu soğuk coğrafyanın babaları, kızlarını çok sevdiklerini belli etmezlerdi pek. Hoş erkek çocukları da bu sertlikten nasiplerini alırlardı ya, kız çocukları başkaydı. Onlara karşı daha vakur olmaları icap ederdi. Bu tavırlarıyla kızlarının hafif meşrep olmasının önüne geçtiklerine inanırlardı.

O gece yarısı sabahı nasıl ettiğini bilemedi Çoban Rüstem. Kendinden olanı can paresini görmek için sabaha kadar bekleyecek olmanın mecburiyeti bir yanda, hayatta sahip olduğu en kıymetli şey olan ailesi de bir yandaydı.  O gece bitmek bilmemişti. Yanık bir kaval sesiyle sabaha kadar heyecanını nefesiyle kavalına üflemişti. Kâh neşelenmiş, kâh kederlenmişti. Aslında daha önce çok geceler beklemişti, gecenin karanlığında. Kendisini bildi bileli çobanlık yapardı. Sabırla yapılan bir işti onunki. Koyunlar otlar oda otlamalarını beklerdi. Güzel otlaklar nerededir, hayvanlar hangi otun olduğu yerlerde daha rahat yayılır bilirdi. Sabretmeyi öğrenmiş, sabırla yaşamayı bilmişti. Birçok defa gözünün önünde doğuran koyunlar olmuştu. Onların doğduğu anlarda bile böylesi bir mucize karşısında mutluluktan ve hayretten gözleri açılır, içi neşeyle dolardı. Ancak bu defa iş farklıydı, bu doğan bebek, onundu.  İlk çocuğuydu. Öyle kolay değildi kulak ardı edebilmek. Karısını yalnız bırakmak çoğu geceler canını sıksa da, elde avuçta olan geliri belliydi, buna mecburdu. Hele şimdi bir de çocuğu olacaktı. Onun yükü de omuzlarına binince, bu yaptığı fedakârlık onlara yetecek kadar çok gibi durmuyordu. Diğer köylüleri gibi gurbet yollarına düşmektense, az bir aşa kanaat edip, ailesinin başında durmayı yeğlerdi. Ne de olsa yeni evliydi. Genç yaşında karısını kimlere emanet edip gidebilirdi ki. Hem bir ihtiyaçları olsa, ellerinde paraları olsa bile kime el açıp yardım etmelerini isteyebilirlerdi ki? Bu yüzden gece yarılarında dağ başında koyun gütmek kilometrelerce uzak olmaktan iyiydi.

Çoban Rüstem kendisini dini bütün bir olarak görürdü. Anne babasından az çok inancına dair bir şeyler öğrenmişti. İnancına dair duyduğu bilgiler içerisinde “Kız çocuğunun bereket getireceğine dair bir takım güzel sözlerde vardı. Kendi kızı da ona bereket getirecek, hayatlarında bir hareketlenme olacak diye umuyordu. Sabah koyunları önüne katıp dağdan doğruca köye indi. Koyunları bir gölgeye toplayıp koşar adım eve gitti. Sabahı nasıl ettiğini, eve nasıl geldiğini kendisi bile anlayamadı. İste oradaydı kanından canından can olan parça. Bükülmüş şişlerden yapılmış, demirden beşiğin içinde, yüzü ince bir yazma ile örtülmüştü bebeğinin. Uyuyordu yürek yarası, ciğer yarısı. Karısına gözleri takıldı. Gece boyunca gözleri kocasının yolunu gözlemişti gelemeyeceğini bile bile. Her gece, kurdun kuşun ona zarar vermesinden korktuğu için uyku tutmayan gözleriyle beklerken, bu gece yeni bir can getirdiği için onu beklemişti. ve nihayet yorgun uykusuz gözlerle baktığı adam gelmişti. Üzerinde rengarenk çiçekler olan, süslü, kenarları dantelli bir yorgan vardı. Uzanıyordu. Hafiften doğrulmaya çalışır gibi oldu. O an yüzüne, canının yandığına dair acının izleri yayıldı. Rüstem annesinin yanında ağırlığını korumak istercesine vakur bir tavırla, seslenmek yerine ufak bir baş hareketiyle durmasını işaret etti. Karısı olduğu yerde kaldı. Daha sonra Rüstem ağır adımlarla annesine doğru yürüdü. Birkaç adım sonra annesinin yanına vardı.

Oturdukları ev iki kişilik bir yerdi. Rüstem yıllar sonra evi yıkıp yerine daha büyük bir yer yapmayı planlıyordu ancak şuan da imkânı yoktu. Bir göz odada oturuyorlardı. Mutfak olarak kullandıkları yeri bir perde ile ayırmışlar, kalan kısımda ise günlük yaşamlarını sürdürüyorlardı. Odanın çevresi toplamda kırk, elli adım ya vardı ya yoktu. İçerde ise bir kilim, kilimin altında hasır, bir yatak, bir çeyiz sandığı ve şimdi birde beşik vardı. Kalan yerde ise birkaç yer minderi vardı. Dünyaları bu kadardı.

-Hayırlı olsun oğlum, bir kızın oldu. Allah başını eğdirtmesin.

-Sağol ana.

Elini öptü annesinin. Annesi gün görmüş kadındı. Nerede, ne zaman oturulur, ne zaman kalkılması gerekir bilirdi. Duruma ve yere göre tavır takınması, yaşının getirdiği tecrübeyle birlikte daha da oturmuştu. Şuan da da, oğlunun karısıyla yalnız kalmasını istiyordu. Yanlarından ayrılmak üzere doğruldu.

-Benim biraz işim var. Siz oturun daha sonra gelirim ben. Ben gelmeden bir yere gitme oğlum. Lohusa kadın yalnız bırakılmaz.

-Tamam ana. Allah razı olsun. Hakkın ödenmez.

-Var ol oğlum, var ol

Rüstem ayaklandı yerinden annesine yol verdi. Annesi ağır ağır doğruldu ve kapıdan usulca süzülüp çıktı.

Rüstem karısına biraz daha yaklaştı. Yüzün de sevinç ve hüznün birbirine karıştığı bir ifade vardı. Dolu dolu gözlerle Sineme doğru uzandı. Elleriyle yüzünü tutup alnından öptü.

-Allah mübarek etsin. Ömrümden, ömrünüze ömür katsın.

-Deme öyle, biz sana kurban oluruz. Sen başımızda ol yeter…

İkisinin de gözlerinden yaslar süzüldü. Sinem başını Rüstem’in göğsüne dayayıp ağladı ağladı ağladı… Uzunca bir sure öylece kaldılar. Bugüne dek birlikte çok gülmüşlerdi ama ilk defa ağlıyorlardı. Ancak bunun nedenini ikisi de bilmiyordu. İlk sinem Kendisini toplamaya çalıştı ve eşine

-Açıp yüzüne bakmayacak mısın? Diye sordu.

Cevap vermedi Rüstem. Yerinden doğrulup beşiğin olduğu yere geçti. Usulca yanaşıp, yavaş hareketlerle peçeyi açtı. Bebeğinin yüzüne baktı. Dolunay gibi parlıyordu. Adını Aydan koyalım Sinem’im, bu güzelliğe karanlık gecelerimi aydınlatan ay güzelliği denk düşer. Bahtı da aydın olur hem.

-Nasıl dersen öyle olsun. Uyanınca kulağına ezanı da, adını da okursun.

Böyleydi Aydan’ın isim koyma faslı. Doğduğu geceki gibi dolunayın adını almıştı. Aradan yıllar geçti. Aydan’a beş kardeş daha geldi. Ama aydan hep babasının gözünde o yalnız gecelerde sabahı birlikte ettiği dostu olarak gördüğü ay gibi eşsiz olarak kaldı. Bir yanı o, diğer yani ise başkalarıydı. Aydan büyüdükçe daha da parladı. On sekiz yaşına geldiğinde, artık köyün diğer kızları gibi onunda gözler üzerindeydi.

Devam edecek……

Not:Bu hikaye tamamen uydurmadır.Kahramanları aslında yokturlar.Fakat bu söylediğime okuyucu olarak inanmayabilirsiniz. Ben olsam bende inanmazdım. Ama gözünle görmediğin bir gerçekle kurgu arasında ki fark ta tamamen inanıp inanmamaya kalmıştır. Siz inanmayın üzülürsünüz. Sadece okuyun!

Vesselam