Aydan 3

Aylar sonra sandığını açmıştı .Ne hevesi vardı nede arzusu. Renkler, desenler sanki anlamını yitrmişti. Ne nakışlar ne hazırlanan diğer kumaşlar bir cazibeye sahip değildi. Oysa modern çağlara ulaşmadan hemen öncelerde, nakışlar ister gönül rızasıyla, ister mecburiyetten olsun evlenen her genç kızın yastığında yorganında ve yatak örtülerinde olurdu. Bir mecburi ritüel mi dersiniz, yoksa zorla yada rızayla yeni bir hayata atılmış olanın temennisini yansıtmış olması mı? Dersiniz, orası size kalmış. İlk başta yapılış amacı mutlu bir yuvada, neşeli zamanlarla güzellikler yaşama ihtimalinin resmidir belki, ama bunun değişmesi de bir anlık ağızdan çıkan söze bakar.

Nasıl başlarsa başlasın sonuçta, nakış emek ister, dikkat ister, özveri ister. Umutla beslenir. Bazen bir gün boyu akşama kadar verilen emeğin beslendiği umutla, bazen de aylar süren umutla. Nakış süreler boyunca taşınılan umudun onlarca yıllık göz zevkine ve mutluluğuna annelik yapmadır.  Çiledir, hayaldir, hayattır. Candan bir parçadır. Bir genç kızın ahıdır. Ahdıdır, yeminidir. Bir annenin hüzünlü gözlerle yol çekişidir. Doğum sancısından beter ayrılık sancısıdır. Gökkuşağı güzelliğinin, beyazla, saffetle buluşmasıdır. Bir babanın yuvadan uçmaya hazırlanan can paresine bakarken, bir yandan umursamaz görünmeye çalışıp, bir yandan da içine sıcak sıcak akıttığı kan damlasıdır.

Nakış rüyadır, uyanılmak istenilmeyen. Nakış hayaldir hep izlenen. Nakış birazda günlüktür. Her ilmeğinde yaşanılmış bir an vardır. Bazen yalnızlık düğümlenmiş kalmıştır bir yerinde. Bazen ümit, bazen korku, bazen bir düş, bazen de hiç hazzedilmez bir kâbus. Ruhun akislerinin üzerine tutturulduğu bir beyaz sayfadır.

Kuş tüyü yastık üzerinde duracak o güller, zambaklar, menekşeler, karşılıklı birbirine kur yapan bülbüllerin anımsattığı tek şey ayrılık değil tabi. Vefaya aralanan kapı üstündeki işleme sayılır bir yandan da. Her birinin bir parçasının gönül rızasıyla yaptıkları eski yeni arkadaşlardır. Kimisi bir yorganın kenarını kimisi bir yazmanın oyasını yapar. Hiç kullanılmayacak şeylerin bile bir anlamı vardır sanki. Gelin evden çıkarken önce sandık yüklenir. Hatta gelinin sandığı o kadar kıymetli sayılır ki , o sandığın üzerinde oturup kalkmayan gençlere çocuklara dilediğince para verilir.

 İşte ilk günden, gelin olarak evden çıkışa kadar ki süreçte onlarca anlam yüklenen bu çeyiz sandığını hazırlarken Aydan da aynı duygular  ve düşünceler içindeydi. Hem ağlamış hem gitmiş de olsa, bir kurban olarak uğruna gitmeye değmeyecek bir hiç yolunda harcanmış bir gençlikte olsa artık hayatının devamını burada yaşayacaktı. Gömdüğü umutların resimleriydi sandığındakiler.

Kimi gelinler gibi, ilk geceden dayak yemeye başlamamıştı ancak arada denklik olmadığı için, zamanın kendisine neler getireceğini, en baştan görmeye başlamıştı. Eşi yıllarca evlenmemiş, en son mahalle baskısından kurtulma adına Aydan ile evlenmişti. Bu evlilikten sonra, eski alışkanlıkları devam etmekteydi. Kumar alışkanlığı vardı. Kolay kolayda terk edeceğe benzemiyordu. Zamanla evde onu bekleyen genç bir karısı olduğunu anlayacak ancak bu defada kıskançlık krizleri baş gösterecekti.

 Aydan bu çilelerin hepsini sineye çekecek kadar sağlam karakterli bir kızdı. Ne olursa olsun, aile içerisinde olanın yine aile içinde olmasına çalışırdı. Eşinin iyisini de kötüsünü de saklardı. Yine bir gün eşi yine olmadık bir mevzudan dolayı feci şekilde dövmüştü. Aydan can havliyle kendisini dışarı atmış ancak eşi dışarda da vurmaya devam edince bu defa ağlaya ağlaya ona yalvarmaya başlamıştı.

-Ne olursun, burada dövme beni, kimse görmesin. Sana laf söz ederler. İçeri girelim orada yine döversin, istersen öldür ama burada yapma.

 Eşi anlaşılmaz bir gözü dönmüşlük ile aldırmamış dövmeye devam etmişti. Aydan’ın ki dayak yemekten kaçınmak için bir bahane değildi. Tamamen samimi bir istekti. Ancak o zamanlar kimse görmediği için dövmeler, hakaret etmeler duyulmamış. Bunları, aradan birkaç yıl geçtikten sonra Aydan samimi bir arkadaşına anlatmıştı.

Aydan için asıl çilenin başladığı gün, eşinin çeyiz sandığının içinde Devranın hediye ettiği aynayı ve mektubu bulduğu gün olmuştu. Hayat o güne kadar bir ızdırapsa, o günden sonra bin ızdırap olmuştu. Eşi hikâyesinin tamamını bilmese de Devranın nasıl öldüğünü duymuştu. Onun Aydan’la arasında olanlara dair bir takım rastlantılar olduğunu biliyordu ancak bildiği şeyler şüphelenmesine yetecek şeyler değildi. Ne zaman ki Çeyiz sandığından çıkan o hediye aynayı ve mektubu görmüş o zaman kendinde hikâyede ki taşları yerli yerine oturtmuştu.

Devranın ölümünden sonra Aydan günlerce sessiz sessiz için için ağlamıştı. Kapalı kapılar ardından çağrılmasa çıkmıyor. Kendi başına kalmayı daha çok rahatlatıcı buluyor. Kendince acısını içinde yaşıyordu. Eşinin akrabaları eve gelip gidiyorlardır. Yeni gelinlerinin bu tavırları onlara garip gelse de, bu hali aradaki dengesizliğe veriyor ve zamanla geçeceğini düşünüyorlardı. Uzun zaman geçmemişti, geçeceğe de benzemiyordu ya, yine de kimse bir şey söyleyemiyordu. Hani bazen bir türkü dinlersin içinde bir güvercin havalanmak ister. Kafeste tutulduğunu bilmeden çırpınır, yorgun düşen yüreği beden hareketlerine rağmen hızla çarpar çarpar durur ya, Aydan da öyle çırpınır olmuştu. Onun Devran’lı hatıraları düşlerinde kendisine yoldaşlık etmekteydi. Hanesindeki kar kış her şeyi savursa da, bir tek kalbindeki bahara etki etmiyordu.

Bir gün devranın kız kardeşi ile kendisine haber yollamış konuşmak istemişti. Ancak Aydan çok korkmuştu. Bir yandan korkmuş bir yandan da gelmemezlik etmek istememişti. .Devrana yanık olduğunu bile bile kendisini engellemeye çalışmayı da yine kendisine yediremiyordu. Biraz düşünmek istediğini söylemişti. Birkaç gün ölçüp tarttıktan sonra ise Devran’ın kız kardeşinin kimseye söylemeyeceğine dair sözünü aldıktan sonra görüşmeyi kabul etmişti. Görüşmeyi ayarladıkları gün Devranın annesi ile babası şehre inmiş evde sadece kendileri kalmıştı. Aydan eve geldiğinde korkudan yüzü buz kesmişti. Öyle bir korkmuştu ki bu korku ve endişe yüzüne yansımıştı.

 Devran latife olsun diye yüzüne makyaj mı yaptın? Kireç gibi olsun demişti.

 Aydan, devranın  yaptığı şakalara bile gülememişti. Ancak devran o güzel yüze bakmaya doyamadığı için farklı birşey düşünmüştü. Kendisinin nazarı değmesin diye, ona üstünde kendisi ve Aydanın başharflerinin yazılı olduğu, arkadan açılan kapağı içerisinde ise kendi resminin olduğu bir el aynası yollamıştı. Birde mektup. Bu aynayı devrandan ona kalan tek hatıra olarak saklıyordu aydan. Aradan yıllar geçse de bunu saklayacağını düşünüyordu. Açıp devranın fotoğrafına bakmaya cesaret edemiyordu ancak hatırasına zaman zaman dokunmadan duramıyordu.

Beni ister at, ister sat ama ziyan etme kurban olayım. Biliyorum bekliyorsun ya bir haber ya bir mektup veya bir selam. İyi geliyor belki azar azar da olsa sana doğru akan bir sevgi damlalarının gönlüne düşüşü. Benim olsa bana da iyi gelirdi inan. Açıp baktığında sayfada sana dair küllenmeyen bir hicranın yansımaları iyi gelir elbette. Kendimi düşündüğümden değil seni düşündüğümden daha fazla yazmayışım. Her gün haber alabilmek daha bir yakmaz mı seni dünya gözlüm?

 Sana kıyamadığımdandı kal gitme diyemeyişim. Kendimi yakışım bundan. Gözlerimden akan yaşlara hakim olamayışım bundan. Felaketim bundan. Kederim bundan. Ben ne senden usanırım, ne seni beklemekten. Seni bekletirken dayanamam diye kal diyemeyişim. Baharı yazı bırak güz de geçti senden uzakta, kıştayım. Ayazdayım. Tutmuyor hiçbir kumaş içimdeki ateşi, üşüyorum. Senden uzakta çok üşüyorum…

 Mektubun hikayesi ve mektup bu şekildeydi.