Çağlalar…

Bu anımı yazarken şimdi ben çocukluğumdan çok uzakta, beni oraya götürebilecek her nesneden ıraklarda bir gurbetteyim. Siz gündüzü yaşarken ben, sabah sancıyla kalktığımda ölmeyi istediğim, gündüzünü hastanede geçirdiğim bir günün gecesindeyim. Karmakarışık duygular içinde ve yalnız başıma.

Son zamanlarda yazmaya da yaşamaya da vaktim olmuyordu pek. Bu da vesile oldu. O kadar yorgunum ki, yaşamak sırtımda artık bir yük sanki. Böyle geziyorum. Çekilecek bir hayatın ortasında değilim diye düşünüyorum kendi namıma.

 Yaşlanıyorum artık farkındayım. Bu hezeyanlar orta yaş krizinden herhalde. Kel, göbekli, beli bükülmüş biri olmanın bir gün daha öncesindeyim. Kolay olmayacak biliyorum bu yaşamın benim için nihayet bulması ama artık bundan da korku duymuyorum. Ne olacaksa olsun.

Tüm bu karmaşık duygular içindeyken, en masum yanım, çocukluğum geldi aklıma. Sonra da adını bir gönül bağına binaen birlikte koyduğumuz ve benim hiç kimselere diyemediğim “Fesleğen Bahçesi’nden ayrılığım geldi. Ne demek istediğimi anlatayım.

Sanırım çocukluğumun en renkli zamanlarını, dedemin köyün de geçirmişimdir. Köy dediğime bakmayın siz, burası beş yada altı evden müteşekkil bir köy mezrası. Söylenmesi kolay diye biz köy diyoruz. Ben yazarken de öyle diyeceğim. Sıradan mezralardan tek farkı, burada yaşayanların tümünün aynı aileden olması. Yani dedem ve çocuklarının olması bir arada yaşıyor.

Ovaya nazır bir tepeye kurulu bizim köy. Ovadan yukarı doğru tırmanınca beş yüz metre sonra tarlalar, yedi yüz metre sonra ise evler başlar. Köy de iki çeşme, altı ev, dört kayısı ağacı,üç söğüt, yedi gürgen, çok sayıda kavak ağacı vardı. Zaman zaman altında gölgelenebileceğiniz kavak ağaçlarının gölgesi, ikindi vakti öylesine uzardı ki, serin bir yel estiğinde o gölgede üşüyebilirdiniz bile. Amcamlar ve dedemlerle birlikte, acı tatlı birçok anım oldu burada. Hele düğünlerle bayramlar yok mu, onların güzelliği apayrıydı. Çünkü o zamanlar, yaz tatili dışında mecburi olarak bizim köye gelme zamanlarımız olurdu.

Köy, yamacın yukarısına kurulu olduğu için,cumhuriyetten yaklaşık bir asır sonra yapılan barajdan ve sulama kanallarından istifade edemedi. Sulama için yeterli su olmadığından da uzun yıllar sulu tarım yapamadı babamlar ve amcamlar. Köyün yukarısında ki kaynaktan evlere dağılan suyla küçük çaplı bostanlar ekmek haricinde, sürekli arpa ve buğday ekip durdular. Onu da dedemin müsaade ettiği kadarıyla yapabildiler.(Biraz diktatörlük vardı dedemde) Bir de dağdan sızan yeraltı sularının oluşturduğu küçük bataklıklara ektikleri kavak ağaçları vardı. Onlar da zaten kendi hallerinde büyüyorlardı.

Amcalarımdan birisinin evinin arkasında dört tane kayısı ağacı var demiştim ya hani. Köyde, ilgimizi en çok çeken varlıklar onlardı.Köyün tek meyve ağaçları Bahar geldi mi, dallar üzerinde müthiş bir ahenkle duran, içe doğru hafifçe pembeleşen çiçekleriyle, bir gelin gibi süslenirlerdi. Sonrasında, biz daha ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamadan, ani dönüşümle birden bire tutmaya başladıkları çağlaları gördüğümüzde gözlerimiz ışıldardı. O ekşimsi tadın yerini hiçbir şeyin alabileceğine inanamazdık. Baharın bizim için tek anlamı vardı köyde; çağlalar ve uzun aralıklarla görüşebildiğimiz kuzenlerimizle oynayacağımız oyunlar.

İşin öte yanında ise çağlaların bize yasak oluşu vardı. Evinin arkasındaki bu üç ağacı koruma konusunda hassasiyeti had safhada olan amcam, aynı zamanda köyde kendisinden en çok korktuğumuz insandı. Çünkü kötü döverdi vukuatı olanı. Allah var beni hiç dövmedi. Ama bakışı yeterdi bana. Annemler, yengelerim ve babaannem de dahil olmak üzere tümü, bizi korkutmak istediklerinde onun adını anar, yaramazlığımızdan dolayı ona teslim etmekle tehdit ederlerdi. Okulda değildik ama o bizi sıraya sokar öyle muamele çekerdi. Bekardı o zamanlar. Sonradan evlendi çocukları oldu da aynı muamaleye çocukları maruz kalmasın diye bıraktı dayak atmayı. Hülasa biz korkmakta haklıydık, bizi korkutmakta da annelerimiz haklıydılar. Haşarıydık biz çok haşarı.Hemde aşırı…

 O korkulu tehdit unsuruna rağmen olmadık haşarılıklar yapardık köyde. O zamanlar,şimdiki gibi bir çocuğu meşgul edebilecek teknoloji mahsulü nesne yoktu.Tablet, bilgisayar, Legolar vs. hiçbiri yoktu. Televizyonlar bile sadece belli saatlerde yayın yaptıkları için, kendi eğlencemizi kendimiz bulmak zorundaydık. Çamurdan oyuncaklar, ağaç oyarak arabalar yapardık. Yaratıcılığımızın sınırlarını zorlardı o mahrumiyet . Bir çerçiler vardı.Onlarda ayda yılda bir gelirdi.

Eğlencelerimiz zaman zaman tehlikeli olurdu. Bu eğlencelerin tehlike boyutu ise, o anki cesaretimize bakardı. İçimizde o an gözü karalık yapmış birisi varsa, peşinden gitmemenin imkânı olabilir miydi? Tabi ki hayır. Bir defasında köydeki eşeklerle yarış yapmıştık da sonu kötü bitmişti. Yarışı şu şekilde yapmıştık.

İki eşek vardı, biniciler ise dört kişiydi. Yarışın kuralı da şuydu; Eşek binicilerinden biri düz, ötekisi de Nasrettin Hoca misali ters binecekti. Bu şekilde varış noktasına ilk varan takım kazanmış olacaktı. Ben, eşeğe ters binenlerden biriydim.Kıyasıya bir yarış oldu. Uzunca bir mesafeyi önde götürdük. Eşeklerin huysuzluğu, bizim tecrübesizliğimiz, eşeğin yular ile palanının olmayışı gibi etkenleri bertaraf ederek birinciliği götürüyorduk.Ne yazık ki yine çok sürmeden yarışı bizim kaybettiğimizi ilk ben anladım.

Kuzenim eşeğin kontrolünü kaybettiği için düşmüş ve kolunu kırmıştı. Onu da ilk ben gördüğüm ve ters bindiğim halimle yarışa devam etme imkanı da bulamadığım için, uygun vasatı bulunca kendimi eşeğin sırtından aşağı atmaktan başka çare bulamamıştım.

 Uzun süre eşeğe binmemiz yasaklandı köyde fakat, ona rağmen bizi kimse durduramadı .Eşekler başıboş olduklarından dolayı, istediğimiz zaman binebilme imkânı bulabiliyorduk. Ancak çağlalar konusunda tehlike hep devam ediyordu. Amcama yakalanmadan, nasıl çağla yiyebilirdik diye düşünüp duruyorduk. Bazen geceleri gizlice gidip dallara birkaç taş atabiliyor, sonra düşürebilirsek birkaç tane çağla toplayıp, oradan hemen kaçıyorduk. İşin heyecanlı kısmı düşen çağlaları toplamaktı. O karanlıkta, kısa bir süre içerisinde, düşenlerden ne toplayabildiysek oydu elimizde kalan.

 Yengem de az değildi hani. Gece bile düşen çağla sesine uyanırdı sanki mübarek.Ağaca ilk taşı atar atmaz hemen kapıyı açar seslenirdi.

-Kim var ordaaa?

 Ya da birkaç defa yakalandığımız için bize öyle gelirdi. Hiç amcama söylememişti ya, biz yine de korkardık onun bizi yakalamasından. Bir kez olsun, şöyle cepler dolusu çağla aşıramadık. Her köyden dönüşümüzde aklımın bir köşesinde kalırdı o ekşimsi güzel tat.O hasretle büyüdüm.

 Aradan yaklaşık yirmi yıl geçti. Biz büyüdük ve koca adamlar olduk. Bende üniversite, master vs bitince memlekete döndüm bilvesile. Bizim köye yeni evler yapıldı, hayvanlar için yeni ahırlar inşa edildi. Hatta tepenin altındaki çeşmenin suyu bir dinamo ile tepenin yukarısına inşa edilen depoya aktarılarak oradan köye su dağıtıldı.  Lakin bir tane bile fazladan ağaç ekilmedi. Meyve ağaçlarının yetiştirilmesine dair, hep bir umutsuzluk vardı. Kime sorsan alacağın cevap şu olurdu; “Su yok! Meyve ağacı ekersek, bu ağaçları nasıl sulayacağız?”

Derken bir gün herkes birden uyandı. Yüzlerce meyve fidanı dikildi. Amcalarım, biz hep birden kısa aralıklarla bahçeler yapmaya başladık. Kimse bu fidanlar ağaca döndüğünde nasıl sulayacağını düşünmeden yaptı bunu. Bir çaresi bulunurdu elbet.

Bizim de bir bahçemiz oldu.O Fesleğen Bahçesi diye bahsettiğim, benim için huzurun başlangıç yeri olan son adacığı. Yarısını kendi ellerimle ektiğim Bahçemizde yüzlerce meyve ağacı var halen Birçok meyveden en az birkaç tane ağaç bulabilirsiniz orada .

Bu ağaçların tümü bir yana, tamı tamına 82 tane kayısı ağacı vardı. İki yıl sonra ilk bahar geldiğinde bizim kayısı ağaçlarının tümü çiçek açtı. Aradan çok geçmeden bir de baktım ki bu ağaçların dalları çağla kaynıyor.Bir öğleden sonraydı fark ettiğimde.

Öylesine şaşkındım ki, o yaşa geldiğim halde bastıramadığım bir duygunun tüm benliğimi sardığını hissettim bir an. Yıllarca kayısı ağaçlarına uzaktan bakıp ağzımın sulandığı o köyde, kendi ağaçlarımız bana ikramda bulunuyordu. Yoksunluk duygumun açığa çıkmasına çok memnun olmuştum. Şimdi yapmam gereken artık onu salmaktı. O gün tüm ağaçların hepsinden yiyebilecek şekilde çağla kopardım ve neredeyse hepsini yedim. Hiçbirinin gönlü kalsın istemiyordum.

Ceplerimi doldurduğumla kalmadım, akşam üzeri işe gittiğimde de yiyebilecek kadarını bir poşete koyup yanımda götürdüm. Bizimkiler midemi bozabilecek kadar yediğimi iddia ettiler ancak, o günde, sonraki günlerde bana bir şey olmadı. Belki de o çağlaları ben değil de, tümünü içimde ki o aç çocuk yedi.

Amcam ise şuan kanserle mücadele ediyor. Kemoterapi görüyor. Çocukluğumdan aklımda kalan yanını bilsin diye ona geçenlerde bir şekilde haber gönderdim. “Benim için denbej klamlarından birini söyleyip kaydetsin ve göndersin” dedim. Gençliğinde duyduğum o muhteşem sesiyle bir de o yanıyla beni çocukluğuma götürsün istedim beklide. Hiç halim kalmıyor kemoterapi seanslarından sonra, İyileşeyim mutlaka yollarım demiş.

(Yarısını kendi ellerimle ektiğim ağaçlarımızın sayısını da yazayım. Merak edersiniz belki. Varsın birileri dünyanın soluğunu kessin. Ben aldığım nefeslerin hakkını verdim ektiğim ağaçlarla. Altında oturmak bana nasip olur mu bilmem ama, bir gün yolunuz düşerse o kapıda ki salkım söğüt anlatır size yarım kalmış hikayemi.

Ceviz 279, Kayısı 82, Elma 45, Armut 12, Kiraz 8, Şeftali 6, Ayva 4, Erik  6, Ihlamur 1, Dut  4, Üzüm 23, Gül 7, Kavak 60, Salkım Söğüt  5 )

Sevgiyle Kalın.

Not: Acı balcan’a kırağı çalmaz.

Birde müzik: Deniz Toprak , Mecnun