Yeraltından Pusulalar -2

Kendisini kapattığı ve “Yeraltı” adını verdiği bodrum katında huzuru bulmak için çırpınmaları aylardır sürüyordu. Kimseyle görüşmek istemiyor, ara sıra dışarı çıkıp doğal ihtiyaçlarını görüyor sonra da gerisin geriye gelip kendisini buraya kapatıyordu. Malül olmasından dolayı, az buçuk bir aylığı vardı. Bu aylık, iktisatlı davrandığı için; ki buna tam anlamıyla bir ad konulacak olsa iktisat denemezdi. Zira yaşam tarzı haline getirdiği bu harcama ve alışveriş yöntemi onun tabii hali olmuştu Herhangi bir kısma yada kendisini frenleme durumu söz konusu değildi; onunla Geçinip gidiyordu işte.

Kahvesinden bir yudum aldı. Soğuduğunu fark etmediği kahvenin acı tadı damağına yapışıp kaldı. Fincanı tabağına geri bırakırken bir miktar hayret etti. Çünkü fincanın tabakta bıraktığı iz epeyce eskiydi. Belli ki fincandaki kahve günler öncesinden kalmaydı. Bunu daha önce fark etmemişti bile. Gelişigüzel bir fincan kahve hazırlayıp izlemek istemiş ve ardından da içmeyi unutmuş kahve olduğu yerde kalmıştı. Fincana bir süre baktıktan sonra unutmadığını; sadece kahvenin fincanda bıraktığı bir izi önceki hatıralarından birisini andırdığı için; o izi bozmak istemediğinden içmediğini fark etti.

Ne zaman kahve yapsa içemezdi zaten. Kalbi sıkışır, çarpıntıları artar, kolları uyuşurdu. Yalnız çok severdi kahve kokusunu. Kahve kokusu onu olduğu yerden başka bir yere götürürdü. Sırf bu yüzden, yalnızlığını yenmek, onunla savaşmak zorunda hissettiği gecelerde, bilhassa ağlamak için , cezveye bir miktar kahve koyar, (bu kahve aşığının en sevdiği kahve olmalıdır) sonra gözlerinden sicim sicim akan yaşlara engel olmadan, kahve pişinceye kadar boynu bükük olarak öylece dururdu. Sol omzundan aşağı süzülen yaşların kalbindeki ateşi söndürmeye çalıştığına inandırmıştı kendisini. Oysa yürekte yanan ateşi söndürecek bir su henüz icat edilmemişti. Daha sonra pembe çiçekli fincana ağır ağır döktüğü kahveden aşığı namına bir yudum alır, ardından kendisi içinde diğer fincana koyduğu sudan bir yudum daha alıp oturmaya ve onunla konuşur gibi mektuplarını yazmaya başlardı.

Uzun zamandır ziyaretine gelende yoktu. Bunda kendisini ziyaret etmeyenlerin bir kabahati yoktu. Kimseyi görmek istemiyordu. Bunu kimseye açıkça söylememişti fakat bilhassa gelenlere o kadar lakayt davranırdı ki, onların orda olduğunu unutacak kadar hatta, ziyaretçiler bu tatsız havayı bir daha solumamak için uğramaktan imtina ederlerdi.

Ziyarete gelenlere göre ,akli melekeleri son derece yerinde olan birisinin böyle davranışlar içine girmesi bir yere kadar mazur görülebilirdi. Ötesi kişinin sadece tahammül sınırlarına kalmıştı. Öyle çat kapı gelmek bir yana uzun zaman ölçüp tartar, zamanı hesaplar öyle ziyaret gerçekleştirirlerdi.

Aslında maddi imkanları elverse kendisini ziyaret etmek suretiyle mektuplarından başka düşüncelere sevk edenlerin olmadığı bir yere gidecekti ancak şimdilik böyle bir şey mümkün olmadığından, mecburen ziyaretçilerle birbirlerine belli çerçeve içerisinde hareket ederek katlanmak zorundaydılar. Berikilerin vefa, hürmet adına yaptıklarını o gereksiz bir mecburiyetle yaptıklarını düşünüyor, bu tür mecburi ritüellerin yerine getirilerek zoraki bir medyuniyet hissi uyandırmalarını kabul edilebilir görmüyordu. Herkes olduğu yerde kalmalıydı. Bir şey arz etmek için önce onun talebinin oluşması gerektiği düşüncesini taşıyordu. Say kanunu’nu savunanların tersine, ona göre her arz kendi talebini oluşturmuyordu.

Mutluluk da buna dahildi. Eğer bir insan kendisi için mutlu olmayı başka bir yerde arıyorsa, beyhude yere onu başka vasıtalarla mutlu etmeye çalışmak vakit israfıydı. O da kendisini bu zümreden sayıyordu.

-“Ben mutlu olmayı talep etmekten de vazgeçtim. Tanrımdan dahi böyle bir dileğim yok. Olsa olsa yazacağım şeyleri bitirdikten sonra ölmeyi dilerdim fakat onun içinde artık emin değilim çünkü ne yazdığımı, yada neleri yazmadığımı anımsayamıyorum. Akıl sağlığım yerindeyken ölmekten başka dileğim yok.” diyordu. Bunu en son ne zaman söylemişti, kime söylemişti hatırlamıyordu. Fakat kendi içinde dönüp duran bir türkü nakaratı gibi zaman zaman aklına geliyor, sessizliği yırtmak için konuştuğunda da bu sözleri tekrar ediyordu. Dağınıklığı sadece hayatına değil cümlelerine de sirayet etmekteydi. Daldan dala atlıyor, kimi zaman önemli gördüğü bir kelime üzerine dakikalarca düşünüyor, izahatlar yapıyor sonrada o kelimeyi neden seçtiğini unutup sil baştan mektuplar yazıyordu.

Takvimlere bakmayalı ne kadar zaman olmuştu acaba, günlerin adlarını anmayalı yada? Bugün hangi gündü mesela? Hangi ayın kaçıncı günüydü? Önemini yitirmişti zaman. An vardı gerisi ihtiyaç fazlası zamanın adlandırılmasından başka anlamsız bir kavram karmaşasıydı. Bir cuma günü kıyamet kopacaktı ama varsın kopsundu. o günü bilmese ne olurdu ki?

Kıyamet koparken , “aaa bugün cuma mıymış’ mı diyecekti “. Tabi ki hayır. Herkes ihtiyaçlarına bakmalı geri kalan zamanını sadece yaşamalıydı. Anı kaçırmamalıydı. Dün, bugünün üzerinden geçerken ona sormamıştı, yarın ise yola düşmüş gelirken ona ne getireceğini söylememişti. “Aksi ihtiyar sana mı kaldı bunları düşünmek “dedi kendi kendine. Kıyamet geldiğinde “neyin var?” diye soracaklar, “Yalnızsın artık. Bir kedin bile yok. Anladın mı ihtiyar?”. Diyeceklerdi. Sahi kedisi neden kaçmıştı? “Yemeklerimi beğenmemiş olmalı.” dedi. Sonra başını eğip kaleme davranacakken bir kitap gözüne çarptı kitaplıkta. Uzun yıllar öncesinden kalma, neredeyse varlığını unutmak üzere olduğu bir kitap. Onu hatırladığında yeniden dibe daldıracak şeylerin yazılı olduğu eski bir roman. Bir el uzatımında olup bu kadar uzak kaldığı kitap, gözlerinin önünden bir taşkın sel gibi hızla ve yıka yıka geçirdi maziyi. Yıkılan gençliğini, kayıplarını, umutlarını, hayallerini, sevdiklerini, ömrünü ve daha ne varsa yıllara sığan, hepsini birbirine çarpa çarpa, sürükleyip götürdü. Kiminin altını oyuyor, kimini bir diğerine çarparak sürüklüyordu.

Eylem Aktaş- Yüreğimden Tut.