Yeraltından Pusulalar -15

Bir zamanlar okuduğum kitapların kahramanlarından kadın ve erkek birlikte seyahat eden ya da birbirleri ile farklı zamanlar geçiren çiftleri hayal ederken yerlerine ikimizi koyardım. Ta ki o hikâyenin kahramanlarını herhangi bir musibet ayırana dek. Sonra o karakterleri zihnimde başka kişiliklere ve yüzlere büründürürdüm. Âşıklara ayrılığı yakıştıramam ben. Mukadderatsa başka… Destanlaşacak, asırlar sonrasında imrenilerek anılacak dahi olsalar, benim gözümde âşıkların yeri birbirinin yanıdır. Hikâyeler ya da romanlar yazarak onların hikâyelerini ölümsüzleştirmek sonrakilerin meselesi. Onunla ilgili düşüncelerimi bir başka yerde, söz oraya gelirse açıklarım.

Şayet bir hikâyede ayrılık yoksa o güzel geçen gündüzlerin içinde seninle olduğumu düşünür dururdum. Vaziyet böyle olunca evrenin bir yerinde ve zamanın herhangi bir diliminde ikimizin ayrı bir varoluşunu yeniden duyumsamak, onu hissetmek yaşamam için bir sebep oluyordu. İnsanın yaşaması çoğu zaman onu hayata tutunduracak sebeplere bağlı değil midir zaten? Bir amaç uğruna yaşamayan insanların hayatlarını oldum olası gereksiz ve anlamsız bulmuşumdur. Dünyada bu kadar çok nüfusun amaçsız yaşıyor oluşu da eğer yaradılıştan kaynaklı bilmediğim bir hikmette bağlı değilse, o bile gereksiz bana göre. Hayat bir kez deneyimleyeceğimiz bir olaysa, bunun mutlaka ona değecek kadar ulvi ya da yüce bir nedene bağlı olması gerekir. Bu koskocaman evren film platosunun içerisinde bir figüran bile olsak, oyunun hakkını vermemiz gerektiğini düşünürüm eskiden beri. 

 İrademizi kullanarak ve toplumsal normlardan sıyrılarak kendimiz olma çabasını verdiğimiz her yerde hem zorluklarla karşılaşırız hem de hayata bu vesilelerle daha sıkı tutunuruz. Velhasıl, hikâyeler can suyu olurdu yaşam serüveninin en katlanılmaz yerinde. Belki de bu yüzden ben  okumayı çok sevdim . Her ayrıntısını, detayını an be an hatırlayamadığın bir mekânı ya da bir hayal içinde mekana ait özellikleri hatırlayamadığın zamanı düşün, orada görüntüye açılacak menfez okumak oluyordu benim için.

Bazen sırça bir köşk, bazen derme çatma bir baraka. Ben seninle hayat boyu, hatta neredeyse tarihten bu yana yanan yakılan şehirlerde dâhil, her yerde bulundum. Her yerde sevdim seni. Saçlarını okşadım, dizlerimde yatırdım. Aşkımı besleyen burcu burcu kokunu içime çektim. Sabahın en serin seherinde sana sarılıp ısındığımda oldu, geceleri korktuğunda kollarımla seni sardığımda. Bir devenin sırtında yolculuk ettiğimiz de çok olmuştur, ya da bir geminin kamarasında haftalarca yolculuk ettiğimizde. Çağlar çağları kaçarcasına kovaladığında, yazarların ömürleri aşkın devamına müsaade etmediğinde de senle biz çok sakin olurduk. Çünkü bir başka kitapta, bir başka zamanda yine bir yolculukta olacaktık nasılsa. Bir başkası bize yol tarif edecek, bizi zamanın herhangi bir yerinde kaleminin bereketiyle yollara salacaktı…

Sahi neden yazdım şimdi ben bunları? Bir yere bağlama niyetindeydim. Dur hatırladım. İkimizin hikâyesini kimseye anlatmadım. Anlatmış olsam belki dilden dile geçebilirdi fakat anlatmak istemediğim ve bu gizin yüreğimdeki ateşi sürekli harlamasını dilediğim için hep kendimde sakladım. Sonra ise kaybolup gitmesine gönlüm razı olmadı. Şimdi belki bir gün birisi, bizi zamanın bir yerinde yaşatır diye bu satırlar ona rehber olsun istiyorum. Bunu yapmak kime kısmet olur bilmiyorum fakat bunu yapmak istediğimden eminim. Bu mektupları okuyan kişi dilerse bu hayallerde bizi yaşatmaya devam eder, dilemezse etmez. Mektuplardan sonuncusuna bağlı. Son yazdığım mektupta buna karar vereceğim.

Şimdi biraz geriye gitmek istiyorum. Vicdanımın beni en rahatsız ettiği iki olaydan birisine. Kendimi bir taammüden cinayet işleyen bir katil ile değil de, taksirle adam öldürmek suçuna bulaşmış ya da ihmalinden dolayı birisinin ölümüne neden olmuş gibi hissetmeme neden olan bir olaya gideceğim. Bu olayı ne zamandır zihnimden sildiğimi düşünüyordum. Son günlerde, yani yakın geçmişi unutup uzak geçmişe gitmeye başladığımdan beri daha sık hatırlamaya başladım bu olayı. Vicdanımı rahatsız eden diğer olayı daha sonra anlatacağım. Bunu ilkin anlatmamın sebebi de, bu olayı sonradan anlatacağım olayla kıyas ederek yaşamın benim açımdan ne denli zor geçtiğini tasavvur etmen içindir. Tabi ki bunları vicdanımı rahatlatmak için söylemiyorum. Bilincim ve iradem açık olduğu sürece bundan kurtulabileceğimi düşünmekte doğru bir varsayım olmaz. Bunlar eğrisi ve doğrusuyla benim hayatıma mal olmuş olaylar.  Belki de hayatımı gizliden gizliye şekillendiren olaylar. Meslek tercihim, yaşam tarzım, olaylara yaklaşımım, vaka çözümlemelerim, ifade ediş biçimlerim, kelimeleri kullanışım ve onlara anlam yükleyişim dâhil tüm hayatıma yön vermiş olması muhtemel bir durumdan bahsediyorum. Buna fazlaca anlam yüklediğimi düşünebilirsiniz. Belki öyle belki de değil. Şuan sadece hissettiğimi anlatacağım.

Ortaokul çağlarımdaydım. Ramazan bayramı bir kış ayına denk gelmişti ve bayramının sanırım ilk günüydü. İki kuzenim ile beraber geziyorduk. Bayram ziyaretlerimizi yapmış bizim eve doğru dönüyorduk. Karşıdan bir grup bizden yaşça büyük çocuk gördük. Kalabalık olmalarının verdiği cesaretle olacak bizi gözlerine kestirdiler zannedersem. Omuz atmaydı, ne bakıyorsundu derken, bize saldırdılar. Kavgaya tutuştuk ne olduğunu anlamadan. Kuzenlerimden birisi pek bulaşmadı ama biz diğer kuzenle birlikte biraz hırpalandık. Ne oldu bilmiyorum ama sonra bizi bırakıp gittiler. Akşam o moral bozukluğu ile eve döndük. Abim ve abimin yaş olarak emsali olan kuzenlere durumu anlattık. Bir daha o çocuklarla karşılaşmamız halinde onlara haber vermemizi istediler. Ertesi gün yolda yine onlarla karşılaştık. Bu defa asıl kavgayı çıkaran ve kibrinden taviz vermeyen Celil isimli çocuk, kocaman bir kar kütlesini alıp üzerimize attı. Ama isabet ettiremedi. Sonra da  “Yine bizi dövmeyecek misiniz? ” diye alay etmekten de geri durmadı. Onlar uzaklaşıp giderken, bizim eve doğru yürüdüklerini görünce koşa koşa gidip evdekilere haber verdim. Abim koşarak evden çıktı. Biz varasıya kadar iki kuzenimle birlikte onların arasına dalmış. Derken Celilin abisi, benim amcam da olaya katılınca olay mahalle kavgasına döndü. Uzatmayayım. O kavgada herkes yediği dayakla kaldı. Celil’de buna dâhil. Aradan zaman geçti ve ben Celil ile aynı liseye gitmek zorunda kaldım. Sürekli bir tedirginlik vardı üzerimde. Onunla konuşmasam da kavga etmesem bir endişe. Bir korku vardı artık. Ondan korkmam değildi sebep, benim yüzümden birilerinin başına gelebilecek kötü şeylerin yaşanmasıydı. Celil ile her karşılaşmamızda bu böyle sürüp gitti.

Laf aramızda belki de korkuydu beni onunla her karşılaştığımızda rahatsız eden şey bilemiyorum. İnsanın çocuk yaşta edindiği korkular hemen geçmiyor biliyor musun? Bir insan bir kere gölgelerin kendisini takip ettiğini düşününce bir daha o korkuyu üzerinden atamıyor epey bir zaman. Hala karanlıktan, karanlık yerlerden korkan çok insan bilirim. Bende onlardan biriydim. Gece vakti sürekli birilerinin beni takip ettiğini düşünürdüm.  Bu korkum bir gün bir yerden bir silah alıp belime takana kadar devam etti. Artık savunmasız değildim. O korkum sonra yavaş yavaş silahsız zamanlarımda da peşimi bıraktı. Sonra ise biraz ileri gidip cahil cesareti ile yapılacak kadar cesur işlere giriştim.  Bu işler bittikten sonra dönüp arkama baktığımda anladım bunların ne kadar cesaret isteyen işler olduğunu.

Celil ile okuduğumuz lisenin bahçesinde, neden oraya inşa edilmiştir yada neden duvarın içine bırakılmıştır bilinmez, mahalle trafo binası vardı.  Aslında bir mantık aramak saçma. Eski bir mezarlığın üzerine lise binası yapıldığına göre, bu da pekâlâ yapılabilir bir şeydi. Okulun arsasının eski bir mezarlık yeri olduğunu da, tesadüfen girdiğim laboratuar odasında uluorta saçılmış insan kafatasları ve kemiklerle karşılaştığımda anlamıştım. Onlarca yıl önce bulunan kafatasları ve kemikler öylece duruyordu orada. Kimsenin ilgilendiği de yoktu umursadığı da. O günlerde şaşırmadığım şeye bugün hayret ediyorum işte. Trafonun neden orada olduğuna dair muhtemel hikâyesini bir gün bir vesile ile öğrenirseniz ona da şaşırmamanız için anlattım bunu.  İnanç ve yaşam şekli fark etmeksizin, hikâyesini bilmediğiniz o ölü bedenler asgari saygıyı hak ediyorlar. En azından bir hesap gününe inanıyorsanız, o güne kadar şeytanın bile elini çektiği bedenleri rahat bırakmalısınız. Böyle bir hesap gününe inanmıyorsanız da, ölülere karşı üstünlük ya da zafer taslayacak kadar aşağılık kompleksiniz olmamalı. Yani toprakta rahat bırakmalısınız, her kim oraya döndüyse. Yine dağıttım konuyu.

 Trafonun hikâyesi ile ölümün hikâyesinin bir gün yeniden kesişeceğini kimse tahmin edemezdi. O güne kadar bende tahmin edemezdim. O trafonun kapısı daima kilitli olurdu. Arkasında zaman zaman öğrencilerin sigara içtiklerini görürdüm. Hatta serseri tipli olanlarda kavgalarını oralarda yaparlardı. Genelde o tarafa gitmemeyi tercih ederdim teneffüs aralarında.  Yine güneşli günlerden bir gün içeri girmemiz için ikinci teneffüs zili çaldığında, trafonun oradan birilerinin bağırdığını duydum. Nöbetçi öğretmene haber vermem için bağırıyordu. İlk başta duymadım. Sonra da umursamadım. “Herhalde yine serseriler kavga ediyorlar” dedim kendi kendime. Benim umursamadığımı, yada duymadığımı düşünen öğrenci, koşarak geldi ve okuldan içeri geldi. Kısa bir süre sonra içerden nöbetçi öğretmen koşarak çıktı. Birlikte doğruca trafo binasına yöneldiler. Çok geçmeden öğrendik ki kapısı açık olan trafo binasının içerisine sigara içmeye giren bir öğrenci yüksek gerilime kapılmış. Akıma kapılınca ilk ayak tabanları patlamış binlerce voltluk elektriği yediğinde. Sonra peşinden gelen feci sonla hemen orada can vermiş. “Nöbetçi öğretmeni ben çağırmış olsaydım ne fark ederdi diye düşündüm yıllarca. Yazgısı değişir miydi? Ecel onu teğet geçer miydi? Ya da ben bu işin müsebbibi miydim? Zamanın da nöbetçi öğretmene haber verilmediği için bu cinayet sayılır mıydı ve ben buna ortak mıydım?” diye düşündüm durdum. İçeride ölen kişinin Celil olduğunu öğrenmeden öncede, sonrada…

Bütün okulun üzerine kara bir bulut çöktü. Kimsenin ağzını günlerce bıçak açmadı. Celilin arkadaşlarından biri gelip okulun önünde tüm okula ana avrat küfretti. Sonra okuldan birileri bu küfrü kaldıramadığı için kavga çıktı, olaylar oldu. Ben hiç konuşmadım. Sadece sustum. Ertesi gün cenazesi oldu. Cenazesine gittim. Gömüldüğü yer şehrin dışında bir mezarlıktı ve orada cenaze namazını kılacaklar için abdest alacak bir çeşme yoktu. Karla abdest aldım kışın o soğuğunda. Çamurlara bata çıka koşturarak yetiştiğim cemaatle beraber saf tutarak cenaze namazını kıldım. Ertesi günde onun arkadaşıymış gibi gidip ailesine başsağlığı dileyip evlerinde ikram edilen çayı içtim. Bizde zaten böyledir. Ne kadar kötü ayrılmış olursanız olun, araya ölüm girdiyse dargınlıkta kalkar. Herkes acıda birleşir. Birde bayramlarda birleşirdi insanlar. Hala öyle midir bilmiyorum lakin temennim öyle olmuş olması. Başka türlü bu kavgaların daima hâkim olduğu dünya da barış vesileleri bulmak hiçte sanıldığı kadar kolay olmuyor.

Neyse işte çok kafanı ağrıtmayayım. Belki daha veciz ifadelerle anlatılabilirdi bu trajik hikaye, daha az incitici ya da en azından daha az can yakıcı olabilirdi diye düşünüyorum.  Fakat bunu yazarken herhangi bir edebi kaygı gütmedim. Bu yüzden herhangi bir edebi endişe gütmeden sadece içimi dökmek için kalemin akışına bıraktım anlatımı. Aradan kaç yıl geçtiğini hesaplamak için hesap makinesi gerekirken, benim içimde hala neden bu kadar diri bazı olaylar bilmiyorum. Ama geçecek artık biliyorum. Özellikle bunun geçecek olması bir yandan kalan hayatımı benim için daha kolay hale getirecek.  Bunu da unutacağım bir süre sonra ve bir daha aradan bunca zaman geçmişken neden böyle canlı kanlı hatırladım diye de sormayacağım kendime. Bu sanırım son hatırlayışım. Ancak içimde şüphe götürmez iki yaranın birincisi bu. İkinci yarayı ise yazmaya dermanım yok.

Çok yorgunum. Affet burada bırakacağım. Ruhum bu yazıyı tamamlamaya şimdilik katlanamayacak. Yaşarsam yazacağım “Ruhum”.

Müzik : Hasret Gültekin – Dilek