“Yüreğinin Götürdüğü Yere Git “(Susanna Tamaro)

Sen de seksen yaşına gelirsen, göreceksin ki insan bu yaşta kendini eylül sonunda bir yaprak gibi hissediyor. Gün ışığı daha kısa sürüyor ve ağaç, besleyici maddeleri yavaş yavaş kendine doğru çekmeye başlıyor. Ağacın gövdesi azotu,klorofili,proteinleri emiyor ve böylece ne yeşillik kalıyor, ne canlılık. Hala bir dala takılı kalıyorsun ama artık düşmen an meselesi oluyor.

Her gün yeni bir hayata başlıyoruz yine ve yeniden. Sabah kalkıp elbiselerimizi giyiniyoruz. En jilet halimizle dökülüyoruz yollara. Az gidiyoruz, uz gidiyoruz. Dere, tepe düz gidiyoruz. Bazen bir plazanın tepesine çıkıyor, bazen bir bodrumun rutubet kokulu odasına giriyoruz.İlk çağda mağaralarda yaşayıp duvarlara resimler çizenlerde, ağzında piposu tuvallere şaheserler döktürenler de hep aynı şeyin içinde yüzüyor. Dursak da hareket de etsek hızına asla yetişemeyeceğimiz bir akıntının içinde sürükleniyoruz kısacası.O yol bizi tırmalaya tırmalaya, sağa sola çarpa çarpa kendinden geçiriyor. Zamanın çılgın hızına yetişmek ne mümkün. Sürprizler, planlar, programlar her şey alabildiğine örseleyici, yıpratıcı. Sahip olmadıklarımızın özentisi kadar, sahip olduklarımızı koruma güdüsü de hırpalıyor.

Kazanma peşinde olduğumuz her ne varsa, karşısında bedel olarak kaybettiğimize oranla çok küçük kalıyor. Zaman geçiyor ve ölüyoruz. Ne tuhaf duygu şu, “Ölmek”. Ölüyoruz işte. Yeryüzünde öleceğini bilerek yaşayan tek varlık insan oğludur diyordu bir yerde. Öyleyse nedir bu tantana?

Bunlar daha orta yaşlarına yeni gelmiş birisi için belki de pek iddialı gelebilecek sözler. Ancak yaşlanıncaya kadar sabredemedim. “İş işten geçtikten sonra mı söylenir. Koca bir ömür bitirdikten sonra böyle sızlanmak da neyin nesi?” şeklinde düşünceler kimsenin aklına gelmesin diye içimdekini şimdiden dökeyim istedim. Pek kıymeti yok anlayacağınız.

Gelelim “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” isimli kitabın konusuna. Geçen sene okuduğum Ahmet Ümit in “Elveda güzel Vatanım” isimli kitabından sonra bu okuduğum mektuplardan oluşan ikinci kitap oldu.***

Yüreğinin Götürdüğü yere git, 80 yaşlarında bir büyük annenin uzaklardaki torununa yazdığı gönderilmemiş mektuplardan oluşuyor. Torunu Amerika’ya giderken ona, “Bana hiç mektup yazma” diyor. Büyük anne de bu sebeple ona yazdığı mektupları yollamıyor. Mektuplarda, çocukluğundan gençliğine, oradan da yaşlılığına kadar olan süreçte neler yaşadığını, kederlerini, duygularını, sevinçlerini çok içten ve aynı zamanda yalın bir dille anlatıyor.

1996 yılında kitap beyaz perdeye aktarılmış. Filmin fragmanını izleyebildim. Tamamının ise sadece İtalyanca konuşulan versiyonunu bulabildim. Fragman bile filmin izlenebilecek kıvamda olduğunu gösteriyor. Kitap ise bundan vareste değil. Karakterler olayların geçtiği mekânlar insanın kendi hayal gücüne göre değiştiğinden, herkesin zihninde daha iyi bir film mutlaka çıkabilir. Bu nedenle önce kitabı okuyun derim.

Kitabın tanıtımından ziyade kimi yerlerini alıntılayarak, kendi düşüncelerimi yazmak istedim. Farklılıktan dolayı değil, sadece canım istediği için.

“Her zaman yapılan yanlış nedir; bilir misiniz? Yaşamın değişmez olduğunu sanmak, trenin ray değiştirmeden sonsuza kadar gideceğini düşünmektir. Oysa kaderin hayal gücü bizimkinden daha renklidir. Artık çıkış yolunun kalmadığını sandığın bir durumda umutsuzluğun zirveye vardığında, rüzgar hızıyla her şey değişir, altüst olur ve bir andan ötekine geçerken kendini yeni bir yaşantının içinde bulursun.”  Diyor kitabın bir yerinde. Doğrusu katılmamak elde değil. Yalnız, nerede nasıl değişeceğini kestiremediğimiz için afallıyoruz. Yoksa kimi değişimlerin getirdiği renkle daha bir hoşumuza gidebiliyor. Çok uzun yaşadığım ve pek çok kişi yitirdiğim için artık biliyorum ki ölüler yokluklarıyla değil de – onlarla aramızda – söylenemeden kalan sözler yüzünden keder verirler asıl. Aslında aşkların, ayrılıkların tümü böyle. Söylenecek son sözlerin hiç birisi söylenmek istenenleri anlatmaya yetmez. Acısı kalır içimizde hep.Babaanne çareyi mektuplarda bulmuş.  

Mesela söylemek istediğim o kadar çok şey vardı ki benim ama söyleyemedim.O son an gelindiğinde saçmaladım sadece.Durdum ve sokak ortasında iyice ağladım. Babamı gördüğümde de söylemek istediğim bir sürü şeyler vardı, onlar da sükuta karıştı ve aynı yere gitti. İnsan işte söyleyemeyince yarım kalıyor sevgiler. Birlikteyken direkt söyleyemediğiniz şeyleri şiir aralarına serpiştiriyorsunuz bazen. Bazen bir şarkı dinliyorsunuz ve şarkının sözlerinden anlasın istiyorsunuz. Bazen bir film izliyorsunuz, filmdeki karalerden biriyle durumu anlatmaya çalışıyorsunuz vs. Yani söylenmek istenen şeyler öyle kolay söylenmiyor ve söylense dahi, o sözler hiç bitmiyor. O yüzdendir ki, şairler ömür boyu yazıyorlar, bestekarlar besteliyorlar, ressamlar çiziyorlar. Her çizgi her nota, her satır, söylenmemiş bir söz oluyor.

Ya söylendiğinden ötürü pişman olunan şeylere ne demeli?

Söylediğim an çoktan pişman olmuştum, dudaklarımdan içeri çekmek isterdim, bu sözleri yeniden yutabilmek için elimden geleni yapardım, ama çok geçti” . Umuda aniden bir balyoz indiriyor kimi sözler. Kimi sözler yaralıyor. Kimi sözler gerçeği öldürüyor. Esiri oluyorsunuz kimi kelimelerin. Söylememek gerek demek ki. O zaman sözleri değil; Zor bir yürüyüş, yolun sonuna kadar varabilmek için bütün erdemlerini seferber etmelisin.”

Bir babaanne torununa söyleyemediklerini bir ömrün muhasebesi niyetine yazmış.. Yaşlı bir insanın neler hissedebileceğini, düşünebileceğini, duygu durum değişimlerini kestirmek ve bunu yazıya aktarabilmek kolay iş değil. Henüz daha gençken kitabı yazan Tamaro başarmış bunu.

Kitabın ayrı ayrı yerlerinden, benim gözümle, birbirini tamamlayacak alıntılarla bitireyim.Bu tamamlama okurken alınan notlar bir araya toplanınca daha anlamlı hale geldiğinden olabilir.

Sözcükleri birbirimizin ağzından çalıyorduk, aynı şeyleri düşünüyorduk, sanki iki haftadır değil de yıllardır tanışır gibiydik.

“Bir zamanlar gazetede okuduğuma göre, son kuramlar aşkın yürekte değil, burunda başladığını söylüyor. İki kişi karşılaşıp, birbirlerinden hoşlandıkları zaman adını anımsayamadığım minik hormonlar salgılarlarmış, bu hormonlar burundan girip beyne kadar çıkar ve orada gizli bir kıvrımda aşk fırtınasını başlatırlarmış.

Şu anda gökten bir peri inse ve bana 3 dileğimi sorsa ne isterdim biliyor musun? Beni bir fareye, hamstere ya da ev örümceğine, yani görünmeden senin yanında kalabilecek bir şeye dönüştürmesini isterdim.

Mutlu musun? Her şeyden çok bunu merak ediyorum.

Sevdiğin insana söylemek istediklerin sonsuza dek içinde kalır; o, toprağın altındadır, artık onun gözlerinin içine bakamazsın, kucaklayamazsın, ona henüz söylemediklerini söyleyemezsin.

Dur, sessizce dur ve yüreğini dinle. Seninle konuştuğu zaman kalk ve yüreğinin götürdüğü yere git…

Döndüğünde ben artık burada olmazsam, benim yerime bu mektuplar bekleyecekler seni.

Hiçbir şeyi unutmadım, her şey içimde, uyurken ve uyanıkken bir nabız gibi atıyor

Derinlerde bir yerlerde isyan etmeyi sürdürüyordum, bir yanım kendim olmayı sürdürmek istiyordu, öteki yanımsa sevilebilmek için dünyanın gerektirdiği kurallara uyum sağlamak istiyordu.

Saat tam on birde, nerede ve nasıl olursam olayım, dışarı çıkacağım ve gökyüzünde kutup yıldızını arayacağım. Sen de böyle yapacaksın ve biz birbirimizden çok uzak bile olsak, uzun zamandır görüşememiş bile olsak, artık birbirimiz hakkında hiç haber alamıyor bile olsak, düşüncelerimiz yukarıda buluşacaklar ve birlikte olacaklar.”

Sağlıcakla kalın.

***Elveda Güzel Vatanım, muhteşem bir kitaptı.Henüz okumadıysanız, şiddetle tavsiye edeceğim bir kitap. Hakkında bir yazı yazmayı hak ediyor ancak suya sabuna dokunmadan yazarsam içimde kalır hissiyle yazmıyorum. Siz bir aşk romanı niyetine okuyun, ben kendi hikayem diye.