Reşat Nuri Güntekin , Cumhuriyet döneminin belki de önemli yazarlarındandır. Toplumun şekillenmesindeki katkısının ne derece büyük olduğunu anlamak için birkaç örnek vermek gerekirse, bunlardan ilki olarak “Çalıkuşu” romanından bahsetmeden geçmek olmaz.
Çalıkuşu’nu,ben çocukken tanıdım. Baş rollerinde Kenan Kalav ile Aydan Şener’in oynadığı ve beş bölüm olarak yayınlanan dizi vasıtasıyla tanışmış oldum. Yıllar sonra ise kitap kitabı okuma fırsatım oldu. Her ne kadar başka suretler tahayyül etmeye çalışsam da , kitabı okurken “Gülbeşeker” yazılı her yerde hep Aydan Şener’in yüzü gözlerimin önünde canlandı. Hala çalıkuşu denilince aklıma ilk gelen suret odur. Çalıkuşu’nun yayınlandığı dönemde, kitabı okuyan pek çok genç kızın kitaptan etkilenerek Anadoluya geçtiği ve burada bir eğitim seferberliğinde yer aldığı anlatılır. Toplumun dönüşümüne, kadınların okumasına çok ciddi katkıda bulunduğundan da ehemmiyetle bahsedilir.
Ayrıca yine en kıymetli yazarlarımızdan olan Sabahattin Ali’nin, “Kuyucaklı Yusuf” kitabı hakkında açılan, “Halkı Askerlikten Soğutmak” içerikli soruşturmada, yargılanma esnasında, karşımızda bilirkişi olarak Reşat Nuri Güntekin vardır. Kitap hakkında yazdığı olumlu görüşle Sabahattin Ali’nin davasının düşmesine epeyce katkısı olduğu söylenir.
Gelelim “Acımak” isimli kitaba. Kitapta Çalıkuşunda olduğu gibi, yine Anadolunun ücra bir yerine giden genç bir kadın öğretmenin hayatı konu alınmış.Bu öğretmen, fedakarlığı, .çalışkanlığı ve taşıdığı asil ruh ile bulunduğu beldedeki insanların takdirini kazanmıştır.Kendisini herkese anne ve babası olmayan bir yetim olarak tanıtır. Fakat hakikat, babasının ölüm döşeğinde olduğuna ve son arzu olarak kendisini görmek olduğuna dair gelen bir telgrafla ortaya çıkar. Babası yaşıyor ve ölüm döşeğindedir. Son arzusu ise kızını görmektir.
Ancak öğretmen hanım babasını son nefesinde dahi görmek istememektedir. Zoraki de olsa babasının bu arzusunu gerçekleştirmek için yola çıkar ve İstanbula gider. Ancak vardığında babası kısa bir süre önce ruhunu teslim etmiştir.Kızı babasından öylesine nefret etmektedir ki, o an yan odada bulunan cenazesinin dahi yüzünü açıp bakmaz. Ancak gecenin ilerleyen saatlerinde , kendisine teslim edilen, babasından kalma yegane yadigar olan sandıktaki hatıra defterini açınca her şey değişir.Bildiği tüm hakikatler ters yüz olur.
Kitabı okuyunca,yaklaşık 100 yıl öncesinden bahsedilen birçok problemin hala şimdi de devam ettiğini hayretle temaşa ediyor insan. Toplum hayatından, aile hayatına, devlet dairelerinde ki memuriyetlerde adam kayırmaya varana dek, pek çok konuya dair ciddi ve cesur eleştiriler var. Bu eleştirilerin başında şunlar geliyor; özenti, el alem ne der kaygısı, imkanı olmadığı halde yaşam standartlarını kendisinden daha yüksek gelirli insanlara uydurmaya çalışma isteği, bitmek bilmeyen tatminsizlikler, iletişimsizlik, ahlaki zaaflar vs. Okumak istersiniz diye daha fazla detay vermek istemiyorum.
Sonuç olarak şahsi değerlendirmem şu; Bizi bir aydınlanma dönemi daha bekliyor.Bu aydınlanma dönemi için yine geçmişimize, seleflerimizin fikir ve düşünce dünyasına müracaat etmemiz gerekecek. Zira günümüz aydını hala bu çağa damgasını vuracak derecede cesur değil. Yada zamanlamaları pek iyi değil. Gelecekten ciddi ciddi endişeliyim gerçekten. Hasta ruhlu insanların sayısının milyonları bulduğunu düşünüyorum. Kötülük çok organize bir şekilde cemiyeti sarmış duruma. Bunun için okuyacak ve yazacak çok insana ihtiyaç var.
Kitapta not alınabilecek çok güzel tespitler ve mesajlar mevcut. bunlardan benim hoşuma gidenleri derledim. Sizinde hoşunuza giden bu türden cümleler olursa yorum kısmında paylaşabilirsiniz.
Sağlıcakla kalın. TORONTO/ 29 TEMMUZ 2019
Not: Bu satırları yazarken küçük bir arama yaptım youtube da. Gördüm ki, bu kitabında dizisi çekilmiş. Baş rolde ise Ediz Hun oynamış.
ALINTILAR
“Fikrimce yalnız doğruluk hastalığı, bir hak ve hakikat meselesi etrafında toplanmak kabiliyeti, bir cemiyeti mesut etmeye kâfi gelemez… Bunun için acımak, birbirimizin feryadını, iniltisini duyabilmek de lazım…”
“Fakat nereye? İstanbul
öyle bir hale gelmiş ki sokakta kaldırımların üstünde yatıp ölsen; “Acep insan açlığından nasıl ölürmüş hele bir seyredelim!” diye etrafına bir yığın ahali birikecek…Uğranılan haksızlıklara ve hakaretlere koyun gibi tahammül etmemek insanlığın başlangıcıdır evlat.
Memleketin ancak okuyup yazmakla kurtulacağına inananlardanım. Bu, benim mektep sıralarından beri en sarsılmaz kanaatimdir.
Mağlubum, fakat düşmanla göğüs göğüse çarpıştıktan, son kurşunu attıktan sonra mağlup olan bir asker gibi mağlubum.
Öyle işler çıkacaktı ki vicdan “yap” derken kanun “yapma” diyecekti. Kezalik, kanunun istediği bazı şeyler de vicdana dokunacaktı. Bu vaziyet karşısında ne yapmak lazımdı?
“Evet, dibi görünmeyen kuyulara atılan taş nasıl çıkardığı sesle onların derinliğini gösterirse, başkalarının elemi de bizim yüreklerimize düştüğü zaman çıkardığı sesle bize kendimizi, insanlığımızın derecesini öğretir…”
Ben aşkı şiirlerde ,romanlarda olduğu gibi bir parlak yaz gecesinin mehtabında başlayıp sabahında bir rüya addedenlerden değildim. Benim için sevmek bir başka insanın vücudundan, ruhundan bir parça hükmüne girmek,onunla beraber gülüp ağlamak,ıstıraplarını paylaşmak demektir.”
“Eskiden masum bir fikrim vardı. Sanırdım ki herhangi bir fenalık ruhumuzu baştan başa kirletir, onda hiçbir temiz nokta bırakmaz. Halbuki hakikatte her zaman böyle olmuyor. Maddî sukutların manevi sukutlardan bir farkı var. Meselâ bir uçuruma düşen insan paramparça olup ölüyor. Fakat manen düşen insanın bazen yalnız bir tarafı zedeleniyor, öte tarafları tamamiyle salim kalabiliyor. Fahişeler görüyorsunuz ki aile muhabbetini hiç kaybetmemiş, katiller görüyorsunuz ki samimî surette seviyor, acıyor, yardım ediyor.”