
Geçenlerde Netflix’te Black List isimli bir dizinin bir sezonundan birkaç bölüm izledim. Yardımcı karakterlerden birisi ana karaktere hitaben diyordu ki,
-Çok zekisin, akıllısın fakat her şeyi kontrol edemezsin. Bazen kadere teslim olman gerekir.
Kaderle ilgili ,kimileri buna evrenin gücü, kimileri ilahi irade, kimileri ise görülmeyen bir yönlendirici gücün varlığından bahsediyor. İnsan eğer inançlıysa elbette kadere teslim oluyor. Hiçbir şey yapmadan, gerektiği kadar mücadele etmeden salt ilahi iradenin takdirini beklemek elbette ki konumuz dışında. Fakat meselenin özünde bence şu var. Kâinatta bir düzen ve sıralama var. Harika bir olaylar dizisi. Siz ise hareket halinde bir varlıksınız. Hareket etmeyi başardığınızda, gayretinizle asıl hedefinizle aranızdaki herhangi bir olayı etkilemeye çalıştığınız da, her şeyin yeri değişiyor. Nesneler veya hadiseler birbirini itip yeni bir alan açıyor ve amacınız neyse ona ulaşabiliyorsunuz. Bazen her şey birbirine çarpıp yıkıladabiliyor. Sonuç ne olursa olsun, yeni kurulan düzende de eski düzende de gayretin itme ve olayların seyrini değiştirme gücü hiç değişmiyor.
Hani Yunus Emrenin bir sözü var ya tıpkı onun gibi.
Yerden göğe küp dikseler,
Birbirine bend etseler
Altından da birini çekseler
Seyreyle sen gümbürtüyü.
*bend etmek: İple bağlamak
Gümbürtünün kopması öyle çok korkutmasın sizi. Her gürültü insanda korkuya karşı olan tepkiyi geliştiriyor. Kayıtsızlık ya da direnç. İkisi de bir sonuç. Kişiden kişiye göre değişse de iyi bir şey.
Bu yüzden sürekli hareket etmek lazım. İlerleyemese bile, yerinde zıplamalı insan. (Dünyada tüm insanlar aynı yere toplanıp sonra aynı anda zıplasa ne olur acaba? Gibi)
Okuduğum Livaneli’nin romanlarından güncel konulara en çok temas eden romandı Leyla’nın Evi. Bu yüzden biraz daha ilgimi çekti. Tarihi olayların ele alınış biçimi, olaylara yaklaşım, birkaç devri birden yaşayan bir insan gözüyle anlatılmış. Romanda ki kimi konular başka karakterlerle girilen diyaloglar ve somut olaylarla ilişkilendirilerek anlatıldığı, bu şekilde işlendiği için kitabı sıkıcı bir tarih kitabı olmaktan çıkarıyor.
Bakış açısını anladığım kadarıyla biraz açayım.
Eğer bir tarihi olayı analiz ediyorsanız, olaya o devrin şartları, gereklerini ve diğer olguları değerlendirerek bakmalısınız. Fakat üstünde durmak istediğim asıl konu şu. Her toplumun, ülkenin veya insanın geçmişinde utandığı hadiseler olabilir, (soykırımlar, katliamlar, tecritler, tecavüzler vs.) burası bir gerçek. Bunları tümden reddetmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Bunun yerine hatalarımızla yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzleşme bizi sorumluluk sahibi yapmaz. Çünkü yapan bizatihi biz değiliz.
Geçmişte yaşanan olaylar bugünümüzü miras açısından bakınca mal varlığı yoluyla etkilemez sadece. Olay bir şeye sahip olmak ya da olmamak değildir yani. Bir düşünce yapısının sonraki nesile aktarılma olayıdır. İyi ya da kötü.
Eğer sanayi devrimini iyi olarak nitelendiriyorsanız mesela, toplumunuzu bu anlamda gurur veren olayların kahramanı olarak görüyorsanız, öte yandan sanayi devrimi öncesi, hür doğan insanlara yönelik sonra dayatılan kölelik düzeninin utancını da sahiplenmelisiniz. Bununla yüzleşip, yaşanan yanlışa isyan etmezseniz, sonraki yüzyıllarda bu böyle sürer gider.
Örneğin, sanayi devriminden sonra tarımsal toplum olan güney kölelik istiyordu, fakat sanayi devrimine geçen kuzey kesim ise hür işçi istiyordu. 1865 te Amerika da yaşanan iç savaşın gerisinde de bu çatışma vardı. Defalarca isyanlar oldu, çatışmalar oldu ve nihayet diğerine göre daha insani şartları sağlayan, modern kölelik yöntemi olan işçilik sistemi kuruldu. Dolayısıyla anlatmak istediğim bu romanın içeriğinde kendi ülkemize dair, kendi hayatımıza dair bu anlamda özeleştiriyi yapacak yeterli doneler mevcut. Kendinizi temize çıkarmadan, sadece olmasını istediğiniz ve herkes için insanca bir yaşam varsa, zihninizin arka planında o yaşamın nasıl olması gerektiği ile ilgili bir model geliştirebilirsiniz. İnsan öldürmeden, kimsenin insani haklarını gasp etmeden, özgürce ve birlikte yaşama kültürü inşa ederek yaşama modeli gibi modeller geliştirebilirsiniz.
Öte yandan iyi bir eğitimin, insan hayatını nasıl değiştirebildiği, empati yapmanın önemi, ırkçılığın gelişmiş yada gelişmekte olan ülkeler için nasıl tehlikeli bir hal aldığı vs. bunlarla ilgili,bunların alt yapısı ile ilgili birçok başlık bulabilirsiniz.
Keyif aldığım bir roman oldu. Yaşlı ve asilzade bir kadının kendi evinden atılışı ile başlayan hikaye akıcı olarak devam ediyor. Yorulmadan okuyabileceğiniz bir kitap. Bu kadar politize olmuş bir toplumda empati yapmanın zorluğunu anlayabilmekle beraber, buna ne kadar muhtaç olduğumuzu da göstermesi babında önemli olarak görüyorum bu kitabı.
Kimi notlarımı aşağıda paylaşacağım. Kitap içeriğine dair spoiler vermiş olmamak için genel ifadelerden derlediğim notlar olacak. Keyifli okumalar.
Alıntılar:
“Zavallı insanlar”! diye düşündüğü. Modern Türkiye’nin, basının, televizyonların saklamaya çalıştığı, yok saydığı yoksul, dertli insanlardı bunlar.
Bir insan, bu kadar çok acıyı kaldırmak için yaratılmamıştı.
Mademki insanlar birbirlerine acı veriyordu, o zaman en güzel şey hayata meydan okumak ve mutlak bir yalnızlığı seçmekti.
İnsanlar yaşlanıyordu, bunun ayrıcalığı yoktu ama yaşlanan insanların bir kısmı olgunlaşmış olarak , bir kısmı ise olgunlaşmadan ölüyordu. Bunun püf noktası ise bir insanın “Nasıl görünüyorum?” sorusundan , “Nasıl görüyorum?” aşamasına geçmesiydi.
Seversin, kavuşamazsın, aşk olur.
Bu dünyadan nefret ede ede yaşamaya devam etmenin nasıl bir şey olduğunu biliyor.İşin en kötü yanı da dünyanın herkes için cehennem olmadığını,daha iyi,daha mutlu bir yaşamın varlığını bile bile buna katlanmak…
Lakayt olmak, çevresiyle ilgilenmiyormuş, üzülmüyormuş, sevinmiyormuş gibi durmak; doğru dürüst bir konuşma bile sürdürememek; küçük cümleler, ağızdan gelişigüzel fırlayan kelimeler hatta seslerle idare etmek…
Bilemiyorum, bilinçaltında olup biten şeyler bunlar. Evet, Nietzsche’ye katılmamak mümkün değil: “Müziksiz bir hayat hatadır!
Bilim adamları kobaylar üzerinde deney yapmasınlar, yazıktır; politikacılar ve gazeteciler üstünde yapsınlar.
Bir Alman dergisinde nörolojik bellekle ilgili bir yazı okumuştu. Mesela el, okşadığı teni yıllar sonra bile hatırlama özelliğine sahipti.