
Tereddütlerini izale etmek için bir müddet bekledi. Oturup derin bir nefes aldı. Odanın içinde bulunan nesnelere göz gezdirdi. Kitaplar, not defterleri, gelişigüzel duvarlara yapıştırılmış not kâğıtları vs. hepsi yorgunluk kokuyordu sanki. Bu odada insanın üzerine çöken bir hüzün tomarı vardı sanki. Kâğıtlara yedirilmiş ve olanca ağırlığıyla havaya bindirilmiş bir efkâr duygusu. Ona bu duyguyu veren şey bu odanın kokusuyla ilgili olabilir miydi acaba? Bilemiyordu. Gözleri masanın üzerindeki kırmızı mum, mühür ve çakmağa ilişti. Bu eski usul zarf mühürleme işinin sadece adliyelerde ve resmi dairelerde kaldığını düşünüyordu ancak burada da görünce şaşırmıştı. Babasının zarfları mühürlemedeki amacı her ne ise bu da garip gelmişti. Çünkü bu evde yıllardır yalnız başına yaşıyordu. Ne eşyalarına nede yazdığı herhangi bir satıra, kendisi yaşarken ve izni olmadan, kimsenin dokunamayacağına biliyordu. Bu yüzden ete kemiğe büründürüp başında beklediği mahremiyetinin üzerine birde kilit vurması doğrusu garipti.
Mektupları açma konusundaki tereddütlerini bu mum, mühür ve çakmaktan oluşan üç nesne çabucak gideriverdi. Mektuplardan en azından birini açıp, onların muhatabını ve amacını öğrenecekti. Ardından da yine mühürleyip bulduğu gibi bırakarak ,dokunulmamış görüntüsü verecekti. Düşündüğünü yapması için herhangi bir engel olmadığı için acele etmiyordu. Birkaç gün daha zamanı vardı. Etrafı kolaçan etmeye devam etti. Odada bulunan kitaplığın en üst rafında mektuplar için kullanıldığını tahmin ettiği desenli kağıtlar ve onun yanında da kullanılmamış zarfları buldu. Yüreğine su serpilmişti. Eğer mührü açarken zarf yırtılırsa, onun yerine kullanacağı zarf da hazırdı. Çabucak bir zarf kaptı. Sonra masa başına geçti. Tomar tomar mühürlü zarf vardı masa ile kitaplık arasında bulunan boşlukta. Bu yığının en altına elini uzattı ve zarflardan bir tanesini çekip aldı. İlk mektubu merak ediyordu. Belki sonra hepsini açması gerekecekti. Belki de değil. Bu mektupların içeriğine ve muhatabının kim olduğuna bağlıydı. Birde merakının onu ne kadar ileri götüreceğine.
Kahverengi ahşap masa üzerinde duran bir metal parçasını eline geçirdi. Yumuşak hareketlerle zardı açtı. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. İlk defa birisinin mahremiyetini izni olmadan ihlal ediyordu. Bu suçluluk duygusunu yüreğinin ta derinliklerinde hissediyor ancak kendisine bir türlü karşı koyamıyordu. Zarfın içerisinden kağıdı çıkardı ve okumaya başladı.
Can’ım Benim;
Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyor muydun yoksa bilmiyor muydun? Buna dair sarih bir fikrim yok. Bahusus her iki durumla ilgili de o kadar farksızdı ki tavrın, bu beni hep arafta bıraktı. Senden ne kadar uzakta kalmam gerektiği ya da ne kadar yakından kalbine bakmam gerektiği konusunda hep arafta kaldım. Sen başkaydın benim için hep başka. İçim senle doluydu ya ben başka bendim artık. Bir Araf sürgünü. Hiç bir yere ait olmayan bir ben vardı artık. Bu çok zordu. Kendimi vuracağım bir yerin yokluğu beni kendi içime hapsetti sadece. Kimsenin olamadım. Toprağını yabancıladığı için kuruyan kayısı ağacımızın hikâyesinde ki o ağaç bendim. Az çok yapraklarım vardı oysa ben içten kuruyordum ve kimse farkında değildi . Şarkı dinlemeyi bırakalı ne kadar oldu onu bile bilmiyorum. Hakkım olmayan bir duygu içimliğini bile yasakladım kendime. Ruhumun ihtiyaçlarını karşılayacak kadar nimeti bile çok gördüm. Korktum çünkü oraya ait olurum, beni oraya bağlar diye. Bir psikopat gibi davrandım kendi bedenime, ruhuma. Elbette mazoşist değildim yine de açıdan kaçmıyordum artık. Bu kurt bedenime girene değin kendimi salacaktım. İnsan tabiatının bir gereği olan korunma güdüsünü bir kenara savuşturup attım bu vesile ile. Daha neler anlatılır sana bilemem. Son kez, özlem kalıplarının tümünü çatlatacak kadar özlediğimden geldim. Kendimi kasaplara teslim etmeden önce tek parça halinde seni görebilmek için düştüm yollara. Kısmet değilmiş. Bağışlanmak değildi dileğim. Her şey olduğu yerde kalacak ve kalmalı fakat ruhumdan fışkıran sevda küllerini bir ırmağa dökmek ya da bir mezara öylece defnetmeyi yediremedim ruhuma. Sevdam bunu hak etmedi ,ben etmiş olsam bile. Şimdi, gözümün ışığı, ben karanlıklara dalmak ve belki bir daha gözlerimi açmamak üzere sedyeye uzanırken bana bir tutam merakını koyup gönderirsen bir zarfın içine belki ruhum bir nebze huzur bulur. Ölüm anında şeytanın gelip ölüye uzattığı bir bardak suyu eliyle çevirmesi için başında okuma yaptıkları ölü adayını düşün. Sekeratımı sana bağladım son anımda, bunun içinde bağışla beni. Seni hep sevdim bunda yalan yok. Bir ara seni her gün ve her uyuduğu da rüyalarımda görüyordum. Şimdi görmüyorum. Küstün mü yoksa bana? Rüyalarıma neden gelmiyorsun. Yoksa ben mi seni o kadar sevmiyorum? Hayır! Hayır! Bu doğru değil. Seni hala çok seviyorum. Yoksa aradan geçen onca yıldan sonra hala sadece seni özlemez, düşlemez ve düşünmezdim. Sana ruhumun en hassas yerinden bağlıyım ben. Say ki sen bir bıçaksın ve yüreğime saplanmışsın. Öyle bir yerdesin ki çekseler ölürüm. Çekmeseler canım yanar ve peyderpey kanım akar. Yine de yaşamama sebepsin. Anlıyor musun? Anlayacağın, bu acı benim aynı zamanda şifamdır. Bu defa ya öleceğim, ya kalkıp sana geleceğim. Kıyametime bir gün daha yaklaştığım bugün, beni ışığına çağıran sol bileğinin aydınlığından hasretle öpüyorum…
Garip bir durumla karşı karşıyaydı. Ayrılıktan muzdarip bir âşık mektubuydu bu. Kimden, neden, nasıl ve ne zaman olduğu belli olmayan bir ayrılık hikâyesinin ardından yazılan ilk mektup olmasına rağmen, bu kadar muallâk ifadelerin olması epeyce tuhaf gelmişti Hicran’a.
Birlikte yaşadıkları yıllarda yahut sonrasında babasının ruh haliyle ilgili hiçbir şey sezmemişti. Kanamalı bir aşk hikâyesini daha sonradan mektuplara günlerce yazarak işleyen bir adamın, bunca yıl kendi içine kapanarak yaşamış olması, doğrusu acınasıydı.
Hicran, mektupların ilkinden geri kalanlarında kendisine yazılmamış olduğunu düşünerek içerlemişti fakat babasının duçar olduğu bu mecnunvari aşk belasından dolayı da ona acımaktaydı. Yazık olmuştu babasına. Tevekkeli annesinden ayrıldıktan sonra, kaçıp kendisini buraya kapatmasının nedeni de, bu sakinliğin nedeni de mektuplarla konuşma ihtiyacıydı demek. Bir kız evladın babasının, kendi annesinin dışında birisine aşk duymasının ne kadar rahatsız edici olduğunu hissetmesi pek tabii bir şeydi. Yalnız Hicran bu konuda nedense hiçbir rahatsızlık duymadı. Yaşlı adamın hastanede yatıyor oluşu muydu acaba onu bu derecede hissiz kılan? Bunu kendiside kestiremiyordu. Sadece anlamaya çalışıyordu. Aradığı cevapların tümünü bu mektuplarda bulabileceği ümidini elbette taşımıyordu. Ne var ki, sorulacak sorulara da bu mektuplar kapı açacaktı. Bir nevi ulaşılmak istenen hedefe giderken adres tarifi istenilecek kişiler ya da levhalar bu mektuplardaydı.
Madem bir kez babasının mahremiyetine dalmıştı ve madem ok yaydan bir kez çıkmıştı, o halde yaptığı işi yarım bırakmanın bir âlemi yoktu. Açtığı bu mektubu özenle yeni bir zarfa koydu ve açmadan önce tüm inceliklerine dikkat ettiği mührün aynısını taklit ederek mektubu yeniden mühürledi. Sıra ikinci mektuba gelmişti. İçi içini yiyordu. Heyecan hummasına tutulmuş gibi elleri tir tir titriyordu.
Macerasını bitirmesine çok az kalmış aciz bir adamın en savunmasız halinde, onun hazinelerine saldırmak ne kadar ahlakiydi? Hele bunu bir evladın yapmış olması ne kadar kabul edilebilirdi? Babası görse şu anki halini, belki omuzları daha çok çökerdi. Belki de o öldükten sonra bu mektupların sahibine ulaştırılmasına dair vasiyet bırakacaktı. Böyle bir durumda, mektuplar sadece zamana ve mekâna aitti. Başkasının el sürmesi düpedüz alçaklıktı.
Bunları düşünürken yerin dibine giriyordu. Babası onu çok severdi çünkü. Bunu ondan asla beklemezdi. Zira ona verilebilecek ne varsa bu güne dek hiçbirisini esirgememişti. Kitaplarını, şiirlerini, hikâyelerini, romanlarını ve tüm yarım kalmış yazıları da dâhil arşivini ona bırakmıştı. Bu yazılar üzerindeki tek hak sahibi kendisiydi. Ona bahsetmediği ve kendisine ayırdığı sadece bu birkaç metrekare odada bulunan mahrem zarflardı.
“Ahh ! Ne yaptın sen Hicran?” dedi kendi kendine. Camdan yapılmış bir gönül şişesini yere çaldın. O şişe, bir yangının ortasında kalmış zavallının son serinlik tesellisiydi.
Hazem
Türkü : Ender Balkır
Şiir: Tunay Bozyiğit Seyduna