
Sabahtan beri mektupların birini kapatıp ötekisini açmış okumuş da okumuş ancak herhangi bir isim bulamamıştı. Oturduğu yerden kalkıp odanın içerisinde dolaşmaya başladı. Daha fazla acı çekmek istemiyordu. Her mektup açışında daha bir kötü hissediyordu çünkü. Bir aralık tüm mektupları tek seferde açıp sıraya dizmeyi düşündü. Çünkü açtığı her mektupta, o mektubun yazıldığı tarih vardı. Aradığı bir isim olduğu için ise mektupların tümünü açmak istemiyordu. Hasbelkader bir isme denk gelirse bir anlamda amacına ulaşmış olacaktı. Ya bir isim bulamazsa? Gelişigüzel okumak yerine tüm hikayeyi başından sonuna kadar bilmek daha iyi olmaz mıydı ? Bir yandan bunu düşünedursun, öte yandan yeni bir mektubu açıyordu.
Azizim, Can’ım
İnsan kendisini affedebilmeli diyorlardı bir zamanlar okuduğum yazarlar. İyi de insan zaten kendisinin avukatıdır, hayatı boyunca.Çoğu zamanda kendisine beraat veren hakimi. Yaradılıştan, yada varoluştan mı demeliyim bilmiyorum, itibaren kendisini doğaya karşı koruması için insan bünyesine konuşlanan bir savunma mekanizmasıdır bu. Kendisini her şart altında koruma güdüsüdür, insanı çoğu zaman hayatta tutan. Kendisinin savcısı olmak ise meşakkatli ve tehlikeli bir yolculuktur. Kendisini yargılayıp cezaya müstahak bulanlar, zaman içerisinde kendi içlerine hapsolur, orada tükenmeye yüz tutarlar eğer bir çıkış yoku bulamazlarsa. Ben bir yol bulamadım işte. Kendime acıyasım gelmedi. Lehime olabilecek herhangi bir şeyi önüme koymak dahi istemedim. Terazi bir yöne doğru eğikse karşı taraftaki ağırlığın ne ehemmiyeti var? Ha bir gram, ha bir ton. Benim kefe aşağıda kalmaya mecburdu. Sevda , aşk, haklılık getirmiyor beraberinde. Ne kadar uğraştıysam kendimi rahatlatacak bir yol, çare, yada rahatlatacak bir bahane bulamadım.
Sonra birgün ne oldu biliyor musun? Unuttum. Unuttuğumu fark ettim. Önemli bir şeyi , kendimi cezalandırmak için yeterli bulduğum önemli bir olayı. Neyi unuttuğumu bilmeden. Unutkanlığın en garip haliydi gerçekten. O gün herşey karıştı birbirine. Sayılar , günler, olaylar, yaşadıklarım, sebepler, sonuçlar… Hepsi mantık silsilesinden çıktı. Güneş sisteminde belli bir ahenk ve hesap içerisinde dolaşan gezegenler gibi değilde, uzay boşluğunda gezen asteroitler gibi başıbozuk dolaşmaya başladı her ayrıntı.
O günün şaşkınlığıyla saatlerce yerimde oturamadan düşünüp durdum. Kitaplarımı karıştırdım, hatıralarımı yeni baştan okumaya başladım. Resimlere baktım ancak herhangi bir çıkarımda bulunamadım. Neydi hatırlamam gereken şey ve ne arıyordum? Onu da unuttum sonra. Neden sonra dinlenmeye karar verdim. Çünkü bu arama ve panik hali kalbimi fena bir şekilde yormuştu. Uzandığım yerde uyuyakaldım.
Huzursuz uyumuş olsamda güzel bir rüya gördüm. Ne gördüğümü hatırlamıyorum ancak huzurlu uyandığımı söyleyebilirim. En son ne zaman birşeyler yediğimi hatırlamıyordum. Bu yüzden mutfağa girip birşeyler atıştırmak istedim. Dolabı açtığımda şaşkınlığıma diyecek yoktu. Yiyecek birşey bulamadım. En son ne zaman alışveriş yaptığımı anımsamaya çalıştım ancak onu da hatırlayamadım. Aklımda bu kadar çok “Hatırlamıyorum” kelimesi birikince gidip alelacele bir kalem ve not kağıdı aldım elime . Üzerine hemen yapmam gereken şeyleri kısa kısa notlarla yazarak buzdolabına yapıştırdım. Ayrıca bir doktora gitmem gerektiğini de büyükçe bir kağıda yazarak dolaba yapıştırdım. Bir daha mutfağa ne zaman uğrayıp bu notları kontrol edeceğime dair içimde bir şüphe uyanınca, “unutkanlık için doktora git” şeklinde bir not yazıp çeketimin koluna toplu iğne ile iliştirdim. Durumum zannettiğimden kötü olabilirdi. Bu yüzden en kısa zamanda ne olduğunu öğrenmeliydim. Çok geçmeden üzerimi değiştirip dışarı çıktım.
Bir taraftan önüme bakarken öbür yandan ceketimin koluna iliştirdiğim nota bakıyordum. Kısa bir yürüyüşten sonra önüme çıkan ilk taksiye bindim ve beni bir tam teşekküllü devlet hastanesine götürmesini söyledim. Taksici beni büyükçe bir binanın önüne bıraktıktan sonra parasını alıp ayrıldı. Hastahaneden içeri girdikten sonra giriş kapısının karşısında duran danışmadaki görevlilere koluma iliştirdiğim notu gösterdim. Sanırım durmumu anlamışlardı. Bir takım kişisel bilgilerimi kaydetmek üzere kimliğimi aldılar. Gerekli kayıt işlemlerimi yaptıktan sonra, genç bir görevli koluma girerek beni uzunca bir koridordan geçirip, koridorun ucunda bir odanın kapısına getirdi . Bu beni muayene edecek doktorun odasıydı sanırım. Çok bekletmeden beni içeri aldılar.. Doktor bana bir çok soru sordu ve bu sorular neticesinde kesin teşhisi koymak için bir takım tetkikler istedi. Yanımdaki görevli beni birkaç oda gezdirip gerekli tahlilleri yaptırdıktan sonra aynı yere getirdi ve beklemeye başladık. Çok geçmeden yeniden doktorun odasındaydık. Olanları detaylı anlatacak durumda değilim. Sadece üstünkörü ne olduğunu anlatmak için yazıyorum bu satırları. Doktor bir teşhis koydu ve bana Alzheimer olduğumu söyledi. Bu hastalıkla ilgili az çok bir fikrim olduğunu hatırlıyorum . Bildiğim kadarıyla teşhis var fakat tedavisi yoktu. Erken teşhislerde hastalığın seyri durdurulabiliyordu sadece . Benim için vakit biraz geçti. İlaç kullanacaktım geri kalan hayatım boyunca işe yarayıp yaramadığını dahi bilemeyebilirdim birgün. Yada durumum stabil hale gelecekti. Bana bakacak kimsem olmadığını söylediğim için doktor işini şansa bırakmadı. Küçük bir operasyonla boynumun aldınan bir çip yerleştirdi. Bu vesile ile hayatım hakkında gerekli verileri toplayacak buna göre randevularım ve sağlık durumum takip edilecekti. Uygun görülmesi halinde ise bir bakım evine aktarılacaktım. Şimdilik buna gerek olmadığını doktoruma neyin düşündürdüğünü bilmiyorum. Bildiğim şey, Şu küçücük cihaza bağlıydı hayatım.
Hastahane çıkışında bir taksiye binip bizim semte sürmesini istedim. Çarşının sakin bir yerinde taksiden inip yürümeye başladım. Kafamda birçok soru vardı. Kızıma haber vermeli miydim? Yoksa bu ona ağır bir sorumluluk yükler miydi? Bugüne kadar hayatında olmadığım halde, şimdi ona ihtiyaç duyduğum için ona haber verdiğimi düşünüp beni bencillikle itham edip etmeyeceğini düşündüm. Ona haber vermemek aklıma daha yatkın göründü. Camekanlara baka baka yürüyordum. Bir müddet sonra bir kırtasiye dükkanı gördüm ve önünde durdum. Ani bir kararla içeri girdim. Kırtasiyeciye, çok miktarda mektup zarfı ve her zaman kullandığım işlemeli kağıtlardan istediğimi söyledim.
Eve döndüğüm zaman vakit akşam üzerine yakındı. Salondan içeri girdiğimde koltuğa kendimi bırakıp derin bir nefes aldım . Bu günki koşturmaca bana açlığımı unutturmuştu. Mutfağa gitmek üzere kalktığımda kan şekerim düştüğü için hafif bir baş dönmesi yaşadım. Mutfağa gideceğime karşı daki komşunun kapısına gittim. Kapılarını çalıp dışardan yemek isteyebileceğim bir yerin telefonunu aldım. Yarım saat sonra gelen yemeği yedikten sonra aartık kendimi daha iyi hissediyordum.
Çalışma odama geçip kağıtlarımı elime aldım. Kime ne yazacağımı henüz unutmamışken yazmaya başladım.
Azizim, Ruhum, Bilincimin en değerlisi;
İnsan aşık olunca gerçekten başı dönüyormuş. Dünyanın değil insanın ekseni dönüyormuş. Denizler değil ,kanı çalkalanıyormuş adamın . Deprem değil kalbi sallanıyormuş bedenin . Yağmurla değil gözyaşlarıyla yıkanıyormuş elbiseleri insanın…
Hicran oturduğu yerde yığılıp kaldı elindeki mektupla birlikte. Kime yazıldığını henüz bulamadığı mektuplarda elinden kayıp giden babasını buldu. Eksik yanlarıyla birlikte tüm hatıralar gözlerinin önünden bir film şeridinin ileri geri sarılma hızında geçip gitti. Çocukluğundan bu yana aralarında geçen ner varsa bir bir hafızasından silindiğini düşündükçe ürperdi. Hatıralarla yaşamaya başladığı günlere gitti. O hatırasını aziz tutmaya çalıştığı babasının birgün birden bire unutup herşeyi kendisine yabancı olduğunu düşündü sonra. Ayrı kalmış olmalarına rağmen babasının kendisini hiç unutmadığını aklından hiç çıkarmadığını düşünüp zaman zaman bu uzaklığa dair teselli bulurdu. Oysa şimdi… Unutacak ve bir daha hatırlamayacaktı. Bu mektupların içinde kendisine dair hatıralar var mıydı? Onunla geçirdiği günleri , çocukluğunu da yazmış mıydı babası? Bu ilk şüpheyi zihninden hemen kovdu. Zira bu hadiseleri yaşarken haber vermek üzere aklına ilk o gelmişti ve bunu kaydetmişti. Yine de şu durumda olan yaşlı bir insana karşı, ki bu insan babasıydı, beslediği hisleri bencilce bulup kendisinden utandı. Ağır ağır yerinden doğruldu yaşının üzerine bir o kadar yaş eklenmiş gibi. Ağlamak, sadece ağlamak istiyordu. Hemde bağıra çağıra. Kaybolan yıllarına seslenmek, onlara haykırarak, yalvararak hatta geri çağırmak istiyordu. Bunu yapacak takati kendisinde bulamadı. Odadan çıktığında nereye gideceğini kestiremedi. Ansızın başı döndü, dizlerinin karıncalandığını hissetti. İki adım ötedeki kanepeye kendisini zorlukla bıraktı.
Müzik : Babetna – Dûr